kim?

yaşamayanbilir

14 Ekim 2011 Cuma

2 - Once Upon a Time in America




1984 – Sergio Leone

Tek cümleyle
New york sokaklarında doğan bir oğlan çetesinin büyüme hikayesi

Ne zaman
1989 yılı içinde soğuk bir hafta içi gecesi.

Nerede
Batman’da, TV karşısında, TRT1 veya 2’de, yer yatağının içinde.

Önemi
İzlerken ağladığım ilk film. Dominic’in öldürüldüğü sahnede ağlamıştım. Doğrusu ağlamamak çok zordu. Morricone’nin can yakan tınıları, kaçmaya çalışan Dominic’in son anda kurşuna yakalanması ve Noodles’ın gözleri önünde can verişi tam damarlıktı. Bir ilkokul talebesi için büzüldüğü yatağın içinde bu sahnelerle karşılaşmak oldukça travmatikti ve tahminim içimdeki arabesk aşkının ilk tohumları o gece atıldı. Bu yönden de film benim için bir dönüm noktasıdır. Emekleme evresindeki yazı uğraşımın da yönünü değiştirmiştir. Filmi yıllar sonra tekrar ama bu sefer sonuna dek izlediğimde neden filmden bu kadar çok etkilendiğimi bir kez daha anladım. Leone’nin bayıldığı epik tarz benim de favorilerimdendi. Duyguların abartılması için doğmuştum. Misal, Fat Moe’nun Peggy ile beraber olmak için aldığı pastayı kapının eşiğinde beklerken dayanamayıp yemesi hiç unutamadığım görüntülerden biridir. Ya da Noodles’ın Deborah’ı röntgenlediği sahneler.

Film bir nostaljiye özlem klasiğidir. Klasik bir masumiyetin yitimi hikâyesi anlatılır ve tabiri caizse âlem göt olmuş mesajıyla sona erer. Zaten filmi ilginç kılan da anlattığı öykünün ilginçliği değil, yarattığı atmosferin cazibesidir. Leone’nin filmlerinin operaya ile akraba olması da müzik kullanımı, kostüm tasarımı, görüntü yönetiminin kusursuz uyumu ile mümkün olmaktadır. Özellikle çocuk oyuncularından aldığı performans da neredeyse usta oyuncuları gölgede bırakıyor. Filmin aklımdan çıkmamasında oyunculukların da payı büyük.

İtalyan usta bu filmden çok daha iyi filmler yönetti ki bunlardan birinin adı bu filmle aynı kelimelerle başlıyor ancak vicdanım listeye bu filmi almamı istedi. Birinci nedeni çok küçükken izlemiş olmam ve oyuncularla duygusal özdeşleşme yaşayabilmem. İkinci nedeni ise ne kadar özgünlüğü tartışılsa da benim için bu filmin derdi bana daha yakındır ve perdede veya cam ekranda bir dert ortağı bulduğum anda karşısında çivileniyorum. Kimsenin kimseyi ispiyonlamadığı ve aldatmadığı bir dünya çok gerilerde kalmış olabilir ancak bu dünyaya duyduğumuz hasret hala içimizde canlı. Söz konusu hasretin bir nostalji malzemesi olarak harcanmasının ötesinde değerlendirileceğine olan inancımı kaybetmemeye çalışıyorum her gün.

Ödül
Akademinin tamamen atladığı filmin en önemli ödülü Japon film akademisin verdiği en iyi yabancı film ödülüdür. Ayrıca yönetmeni Leone de en iyi yönetmen olarak altın küre ödülüne aday gösterilmiştir. Morricone müzikleriyle, Pescucci kostümleriyle BAFTA ödülünü kapmıştır. Toplamda 13 ödülü mevcut. Kısaca değerlendirmek gerekirse jürilerin filmden benden az etkilendiğini söyleyebiliriz.


Yıllar Sonra

Leone filmin gösteriminden 5 sene sonra aramızdan ayrıldı. Yeni bir film yönetmeye vakti olmadı ne yazık ki. De Niro muhteşem kariyerine devam etti. James Woods bu filmden sonra da yardımcı başrolleri! başarıyla canlandırdı. Deborah’ı oynayan Elizabeth McGovern en son sinemalarımıza Clash of Titans filminde Marmara karakteriyle uğradı. Çocuk oyuncularından ise önemli bir kariyer yapan çıkmadı maalesef.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder