kim?

yaşamayanbilir

29 Temmuz 2013 Pazartesi

Gün batımı, doğumu ve gece yarısından önce ve sonrası


     Before Sunrise filmini bi kızdan duymuştum ilkin. Filmleri severdim ama bu filmi izlememiştim. Daha enteresanı hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Şu kız da bi çocuktan duymuştu filmi. Çocuğun dediğine göre film, bir kez izleyenin aklından çıkmıyormuş. Doksanların sonundaydık ve ha deyince istediğimiz filmi bilgisayarımıza indiremiyorduk. Çoğumuzun esaslı bir bilgisayarı bile yoktu. Neyse ki ben şanslı olanlardandım. Filmi netten biraz araştırınca büyük bir sürprizle karşılaştım. Meğer bu film yıllar önce sadece başını izleyebildiğim ve o gün bugündür tamamını izlemek için can attığım filmmiş!
     Doksanların ortasından sonra hayatımıza bir film kanalı girmişti. Sinemaya ilgi duyan her ergen için bütün gün film yayınlayan bir kanal müthişti ama maalesef şifreliydi. Yine de benim gibi iflah olmaz çoğu film sever, sonradan şifre gireceğini bile bile filmlerin başını izlerdi. Neden bilmem, belki bir seferlik şifreyi unutacaklarını falan sanıyorlardı. Yine böyle şifre gireceğini bile bile izlemeye başladığım bir filmin başı beni çok etkilemişti. Rüya gibi başlıyordu film, sanayi devriminden çıkma bir tren sakin güneş ışığı altında, çayırların arasından tarihi köprülerin üzerinden düşlerimdeki gibi geçiyordu. Yolcuların arasında Alman bir çift tartışıyordu. Yan koltukta kitap okuyan, muhtemelen Fransız sarışın gürültüden rahatsız olup arkalarda boş bir koltuğa oturduğunda yan taraftaki delikanlıyı fark eder. Genç de kıza kısa bir bakış atar. Bakışı karşılık bulur ama konuşmazlar. Hemen sonra kavgacı çift yerlerinden kalkıp bizimkilerin yanlarından bağıra çağıra arka vagona geçerken ikisi de kafalarını kitaplarından kaldırıp çifte baktıklarında yüz yüze gelirler. Çifti azcık çekiştirir çekiştirmez kendilerine dönüp okudukları kitapları birbirlerine gösterirler. Sonra da erkeğin teklifiyle yemek yenen vagona bir şeyler içmeye geçerler. Tam rüyamda görsem daha iyisini hayal edemezdim derken, sonraki sahnede şifre girdi ve ben çaresizlik içinde filmin adını bulmaya çalıştım. Maalesef filmi jeneriği bittikten sonra yakalamıştım ve o zamanlar hiçbir oyuncuyu tanımıyordum. Tek şansım o günün gazetesinden kanalın yayın akışını bulmaktı ancak evdeki gazetede bir şey yazmıyordu. Filmi unutmak ve kalan kısmını hayal gücüme bırakmak zorunda kaldım.
     Yıllar sonra film tekrar karşıma çıkınca bir tuhaf oldum. Sanki yıllar önce değil de şimdi bana filmden bahseden kızla bu filmi izlemeliymişim gibi hissettim. Üstelik ilk defa o bana bir film öneriyordu, oldukça nadir yaşanırdı bu durum, çünkü aramızda kafayı filmlere takmış olan bendim, onun için hepsi altı üstü filmdi ve aslında oldukça haklıydı.
      Filmin neden bu kadar sevildiğini anlamak çok zor değil, 16 yaşında birisine trende giderken biriyle tanışıp tüm günü birlikte geçirme hikayesi anlatırsan ve azcık film çekmekten anlıyorsan, karakterlerin nasıl konuştuklarının farkındaysan, olan biteni Viyana'da geçirirsen, yetenekli oyuncular varsa elinde ve doğaçlama yapmalarına izin vermişsen ve her şey son derece sahici görünüyorsa çünkü hikaye sahici bir deneyimden esinlenmişse, son olarak müzikten anlıyorsan, anladığını filmlerinde gösterebiliyorsan, inanmayanlara bile büyülü anları hissettirebiliyorsan, değil 16 yaş, 40 yaş ve üzerindekiler bile filmini izler. Bu da sinemanın sırrı işte. Olmayacak veya az kalsın olacak hikayeleri gayet mümkün kılmak.
     Bir sürü film daha izledikten, bi dolu mutlu gün doğumu ve mutsuz gün batımından sonra o kızla evlendim. Bunda Linklater'ın ne kadar parmağı var bilmem, çok değildir, lafı açıldığında ne çok sevdiğimizi, ayılıp bayıldığımızı söylesek de filmler filmdir işte, başlar ve biterler, perde kararır, çıkış lambası yanar, dışarıda gün değişmiştir, bambaşka bir şehrin dışına yürürsün. Şanslıysan yürüyüşünü kısa keser ve bir taksiye atlayıp evde yarattığın hayallerine geri dönersin. Belki film arada tekrar bi aklına gelir, ne güzeldi dersin ama işte o kadar. Önünde yine yapman gereken tonla iş, alman gereken milyon karar, bitmesini istediğin günler, iple çektiğin akşamlar, yer yarılsa da dibine girmek istediğin anlar vardır. Hep de olur zaten. Şunu da bilirsin ama, her zaman yeni bir filmin karşına çıkma olasılığı vardır.
      Mesela yıllar yıllar sonra bir festival kitapçığında. Sonlara doğru bir sayfadaki fotoğrafta; şişko Fransız kız bir deri bir kemiktir, maço Amerikalının keçi sakalı daha uysal ama daha hoştur ve sevdiğin film dokuz yıl sonra kaldığı yerden devam ediyordur. Haberi alır almaz biletlerin satışa çıkacağı günü beklemeye başladım. Nedense o zamanlar bir festival filmine bilet almak için sabahtan sıraya girmek zorunda değildin, sanırım şu akıl çelici IKSV kartlar da yoktu, tek yapman gereken biletlerin satışa çıktığı saatte internetin başında olmaktı.(Sekiz sene sonra artık bunun yeterli olmadığını acıyla öğrenecektim.) Ancak bazen biletleri almış olmak da yetmiyor. Son dakikada ortaya çıkan bir Ankara gezisi hayallerimi ertelemeye sebep oldu. Üzücü olan ya da başka bir bakış açısıyla bakarsak öğretici olan, filmi beraber izlemek istediğim kişi için bu durum o kadar da büyük bir şansızlık değildi. Ha bugün ha bir ay sonra izlemişsin, eninde sonunda bir film, Ankara'da bekleyenlerden kıymetli değil. Öyle mi? Beyaz bir perdeye yansıyan cansız ışık oyunları kanlı canlı arkadaşlardan daha önemli olabilir mi? Eğer böyle düşünüyorsam gerçekten kafayı yemiş bir sosyopata mı dönüşüyorum demektir? Ya da şöyle sorayım, Jesse veya Celine'den arkadaş olur mu? Ya seni en iyi anlayanın onlar olduğunu düşünmeye başlamışsan? Sanırım bu da ayrı bir klinik vakanın başlangıcı olurdu.
       Ankara'ya gidildi, biletlerin üzerinde yazan saatte dönüş otobüsüne binildi, kafayı cama dayayıp klasik pozda filmin nasıl devam ettiği düşünüldü, şehre dönüldüğünde filmin devamını bilen en az bir sinema dolusu insanın varlığına tahammül edildi, haftalar süren ısrarların sonunda korsan dvd kopyası bulundu ve koşa koşa eve gidilip dvd çaların haznesine özenle yerleştirildi. Kötü alt yazı, arada siyah beyaza dönüşen görüntüler ve kayıp araba içi sahnesine rağmen film ilgiyle izlendi. Sondaki Nina Simone bitene kadar dinlendi, internetten Nina Simone diskografisi indirildi, ayrıca filmde çalınan şarkının konser yorumu indirildi, bir başka yorumu daha takılınca ağa, o da indirildi ve ertesi sabah işe gidilirken sadece bu şarkılar dinlendi. Üç gün başka bir dünyada yaşandı, Viyana değil, Paris de değil, iki şehir de umurumda değil, bu dünya başka bir dünya, Linklater ve görüntü yönetmeninin dünyası, Kim Krizan ve Linklater'ın karakterleriyle Türk kahvesi içebildiğin bir dünya. Sonrası bildiğiniz gibi, bir film filmdir işte, ötesi değil, sabah çapaklarını temizlemeye devam et.
       Tam da filmi unuttuğunu sandığında, evliliğinin ve normal hayatının yarısının ortalamayı geçtiğini kutladığında, az buz değil önemli bir eşiktir bu, yeni bir bildirim; bu defa herkeste son teknoloji, bilgiden kaçman olanaksız, filmin devam edeceğini öğrenirsin. Aynı yönetmen, aynı oyuncular, farklı şehir. Günün, haftanın, yılın müjdesidir. Senden başkası önemsemez gibi görünse de içten içe öyle olmadığını bilirsin. Sorun şu ki ne onların kim olduğunu bilirsin ne de öğrenmek istersin. Nasıl olsa film festivale geleceği gün öğreneceksin. Öyle de olur, haberden neredeyse iki yıl sonra film üç gösterim için şehre gelir. Uzun bir süre sırf filmi görmek için kart almayı düşünürsün. Kafayı yemiş olduğuna güzel bir kanıt. Ama az biraz akıl kalmıştır başında ya da sen öyle sanıyorsun. Biletlerin satışa çıkacağı saate kurarsın cep telefonunu ve çalmasını beklersin. Cebin çalar veya çalmaz, sen uyanmazsın.
       Uyandığımda ilk iş nete girdim ama o saatten sonra bilet bulabileceğime inanacak kadar da saf değilim.. Ne kartım ne de karta sahip tanıdığım, ne de bana fazladan bilet almayı akıl edecek, planlayacak, sahiden isteyecek bir arkadaşım vardı. Dert değil kaçak yollar var, yüz beşinci kez nette filmi arama ve yüz bilmem kaçıncı fake dosyanın indirilmesiyle sonuçlanan beyhude çabalar... Ticari gösterim tarihi aylar sonra açıklandı. Takvime işaretlenen o güne dek karpuz ekmek peynir yenerek yaşamaya tutunuldu. Gün gelir, saatler geçmez, saatler geçer, yol bitmez, yürüyerek sinemaya ulaşılır, biletlerin ucuzlamasına sevinilir ama anlamsız bir sevinç bu, bunca beklemenin değerini kimse hesaplayamaz.
       Öyle ya da böyle boş bir yer buldum, salondaki tek sap olduğumu fark ettim ama umursamadım. Film başladı. Jesse, kızıl sakallarına ak düşmüş Jesse kurumuş, onu kurutan ne bilmiyorum. Yanındaki çocuk mu sanmam, kendisi oğlundan çocuk. Kırk yıldır görmediğim dostumu görmüş gibiyim. Kamera çocuktan ayrılır ve o bakış, dünya üzerinde Ethan Hawke'tan başkasında göremeyeceğiniz o bakış şu an Jesse'nin suratından bize doğrudur. Ve tanıdık bir melodi çalınır kulağımıza, Linklater daha ilk sahneden niyetini belli etmiştir, bu filmde kimse aşık olmayacak. Ama belki de ilk defa gerçekten aşktan bahsedecekler. Tüm serinin en sevdiğim anları işte bu anlar artık, Jesse'nin oğlunu havaalanında bırakıp Celine ve kızlarına doğru yürüdüğü sahne. Film sinemaya dönüşmüştür. Bundan böyle herkesin en sevdiği filmden bahsetmiyoruz, sinema aracılığıyla yaşayan arkadaşlarımızı izliyoruz aslında.
        Film biter, ben de. Yerimde daha fazla kalmak istemem, ilk çıkan ben olurum sinemadan, kalabalığa karışırım, bir kitapçıya dalarım şapşal şapşal, boş kitaplara bakarım, dvdlere dokunup arkalarını okurum, okuduğumdan bir şey anlamam, hiçbir şey almadan çıkarım dükkandan, yürüyen merdivenlerin beni evime kadar çıkarmasını dilerim, ancak metrobüse taşır merdivenler, gerisini ben hallederim, şu yürüyen cesedi daha ne kadar taşımam gerekecek kim bilir, belki bir dokuz yıl daha.