kim?

yaşamayanbilir

14 Ocak 2014 Salı

Bitmiş bir yıldan arda kalan okumalar - III


Cinayet Sırları – Neil Gaiman & P.Craig Russell
Oldum olası Gaiman’ın çizgi romanlar için yazdıklarını diğerlerine yeğlerim. Evet kendisi aynı zamanda iyi bir öykü/roman yazarı ama çizgi roman sanatı için yaptıkları çok daha önemli benim gözümde. Sadece Sandman serisi bile bu tezimi kanıtlamaya yeter ancak Gaiman, bir çizgi roman tutkunu olarak o seriyle kendini kısıtlamadı. Beğenilen birçok çizgi roman daha yazdı. Onlardan biri de Cinayet Sırları. Craig Russell’ın güzelim çizimlerinin can verdiği Gaiman öyküsü bir çırpıda okunuyor yine. Anlatmaktan bıkmadığı bir dünyada geçiyor olaylar. Meleklerin neden bu kadar ilgisini çektiği galiba anlıyorum, bir keresinde ben de o dünyaya dair bir şeyler yazmayı düşünmüştüm ve biraz araştırma bile yapmıştım. Tarih boyunca sözü edilen meleklerle insanlık hallerinin ne kadar örtüştüğünü fark etmiştim. Ne de olsa insan aklının yarattığı bir kavram, melekler. Onların zaaflarını ve huylarını taşıması normal. Bu kitapta da mitolojilere benzer bir hikaye anlatılıyor. Bir an gerçeklikten uzaklaşıp olan bitene inanmaya çalıştığınızda o kadar da zor olmadığını fark ediyorsunuz. Gerçekten de eğer bir yerlerde melekler varsa ve sürekli bizleri izliyorlarsa Gaiman’ın çizgi öykülerindeki gibi davranmayacaklar da nasıl davranacaklar? İsteyen kendi fantezisini düşleyebilir.

 Siperlerdeydik (1914-1918) – Jacques Tardi
Geçen yılın benim için en büyük kazançlarından biri de Tardi’yi keşfetmek oldu şüphesiz. Bu da oldukça geç bir keşif sayılır. Olsun, geç olması hiç olmamasından iyidir. Aslında Tardi’yi ilk bu eseriyle değil Paris Komünü’nü anlattığı çift ciltli epik yapıtıyla tanıdım. Ama beni asıl etkileyen Siperlerdeydik oldu. Çizginin gücünü sonuna kadar kullanan Tardi, karakterlerinin her birine başlarına geleni iç sesleriyle anlattırarak 1.Dünya Savaşı’ndaki korkunç yıkımı kayıt altına alıyor. Hep ilk dünya savaşındaki askeri yıkımın ikincisine göre daha korkunç olduğunu düşünmüşümdür. Çünkü eski siper taktikleri geliştirilen silahlara karşı zavallıcaydı. Metre metre ilerleyen çarpışmalarda ölen yüz binlerin sorumluluğu o zamanki komutanların boynunda kalacak belki ama çok değil yirmi sene sonra yeni bir dünya savaşının çıkmasına engel olamayan siyasiler, din adamları, tüccarlar, bürokratlar, fırıncılar, işçiler, öğretmenler, müdürler, anneler ve babalar, herkes payı ölçüsünde bu kıyımın ortağıdır. Siperlerdeydik adlı anlatıdaki askerlerin neredeyse hepsinin ortak bir özelliği var, cepheye sürülmeyi engelleyemeyecek kadar yoksullar. Çoğunun geride bıraktığı bir sevdiği var. Hiçbiri eceliyle ölmüyor. Savaşın korkunçluğu defalarca anlatıldı, yazıldı, çizildi, resmedildi. Tekrar o perdeyi aralamak istemeyebilirsiniz. Ama günümüzde benzeri şiddetin tüm hızıyla devam ettiğini gördükçe insanlığın böylesi eserlere olan ihtiyacının hiç de azalmadığını düşünüyorum.
  
Tamirci – Bernard Malamud
Ülkemizde akıldışı bir adaletsizlik hüküm sürmekte. Şu günlerde akıl sağlığımızı korumak öncelikli amacımız. Bunu becermenin yollarından biri de benzer zamanlarda yaşayanların tecrübelerinden faydalanmak. Tamirci’yi okumaya karar vermemde dertleşecek bir dost arayışımın etkisi çoktu. Olan biten hukuksuzlukları çevremdekilerle paylaşıyordum ama yetmiyordu. Malamud’un çoğu kişi tarafından başyapıtı olarak değerlendirilen eserini okumayı bitirdiğimde utanılası bir ferahlama yaşadım. Utanmalıydım çünkü başkalarının acısından ferahlama çıkarmamalıyım ama sonunda beni anlayan birini bulmuştum ve rahatlamama engel olamıyordum. Şunun için rahatlamıştım, ne çok umutsuzluğa düşsek de tarih gösteriyor ki böyle zamanların hep sonu olmuş. Elbette bu değişmez bir sonuç değil, mücadele edilmediği takdirde hiçbir şey düzelmez ama öte yandan mücadeleyi de küçümsememek gerek. Bugün zayıf görünen veya ne işe yaradığını bilmediğimiz tepkiler sönmedikçe çoğalacaktır, en azından yok olmayacaktır hiç ve Tesla’nın teorisine göre yeryüzünde bir noktaya hiç sektirmeden sürekli bir itme hareketi uygularsan başka bir noktada mutlaka bir yıkıma/depreme yol açarsın. İşte romandaki tamircinin direnci bana hep bunları hatırlattı. Kendisi bile ona inanmayı bıraktığında, o halen doğru bildiğini savunmaya devam ediyor. Doğru yanlış bazen karışıyor ama aklımızı korumak da kendi elimizde. Malamud Usta aklımıza mukayyet olmak için güvenilir bir kaynak.   

Güneş de Doğar – Ernest Hemingway 
Aptalca önyargılarım yüzünden Hemingway’den geçen seneye kadar hep uzak durdum. Çanlar Kimin İçin Çalıyor’un kötü bir çevirisi yıllarca kitaplığımın okunmamış demirbaşı oldu. İlginç olan onca ev değişikliğine rağmen bu romana sahip çıkmış olmam. Bir yandan görmezden geliyor bir yandan da atamıyordum. Geçen sene izlediğim bir film sahnesinde gördüğüm Hemingway kitabı içime hazretlerini okuma sevdası saldı. Kudurmuş gibi evden fırlayıp en yakın kırtasiyeden -evet kitapçı değil kırtasiye!- ilk romanı olan Güneş de Doğar’ı satın aldım. Gençliğimden beri ilk kez kırtasiyeden kitap alıyordum. Ayrı bir hissi vardır, özlemişim. Çok beklememe gerek kalmadan aldığımın ertesi günü romanı yalayıp yutmuştum bile. Bir kitaba kapıldığınızda sıkışık metrobüs, ağlayan bebek, yığınla birikmiş e-postalar, gürültülü TV, çekici oyunlar, hepsi gözünüzde değersiz mazeretlere dönüşür, hiçbiri okumanıza engel olamaz. Allah’ı var, Hemingway de okuru avucunun içine nasıl alacağını iyi biliyor. Ama şunu da söylemeliyim ki Hemingway akıcı bir yazar olmanın çok ötesinde bir üstat. İki söz, bir sessizlik anı, ufak bir betimlemeyle anlattıkları günlerce aklınızda yer ediyor. Bazen öyle bir sahneyle karşılaşıyorsunuz ki olduğunuz yere çakılıveriyorsunuz, içinize bir ağırlık çöküyor, ya da tam tersi odanız size dar geliyor, çıkıp gitmek istiyorsunuz. Hazretlerin sevdiğim bir sözü vardır, “Dürüst olmayan tek bir cümlem yoktur”  gibi bir şeydi, onu okurken ne demek istediğini daha iyi anlıyorsunuz. Bu romandan sonra Silahlara Veda’yı da okudum ve biraz da öykülerini ama hiçbiri beni ilk romanı kadar çarpmadı. Çanlar da halen o eski kopyasıyla kitaplığımda tozlanmaya devam ediyor. Onun hiçbir günahı yok, tüm suç benim.

Çocuklar Kalıyor – Alice Munro
Munro hakkında neler hissettiğimi önceki bir yazımda çokça anlatmıştım, tekrarlamak istemiyorum ama öyküleri hakkında birkaç kelam daha etmek isterim. Nobel’i aldıktan sonra geçtiğimiz günlerde bir öykü toplaması daha yayınlandı Türkçe’de ve böylece hali hazırda kitapçılarda bulabileceğiniz üç Munro kitabı var. Aralarında en çok Çocuklar Kalıyor’u sevdim ben ama dileyen istediğinden başlayabilir, esasen biri diğerine göre daha ön plana çıkıyor diyemem. Çocuklar Kalıyor’un aklımda diğerlerine göre birazcık daha kalmasının sebebi okuduğum ilk Munro olmasıdır belki. İlginç olan, öykülerin başkarakterlerinin çoğu kadın olmasına rağmen bendeki izlenimleri tamamen cinsiyetsizdi. Arada bir anlatılanlar acaba yazarın başından geçmiş olabilir mi diye düşünmedim değil ama öyküler öyle bir anlatılıyor ki kendinizi metne kaptırdığınızdan aklınıza gelen son soru bu oluyor. Öykülerin gerçekçiliği ortadayken bu soru manasını yitiriyor. Munro’nun tercih ettiği anlatım biçimi, zamanın akışını kırarak olayların sebep sonuç ilişkileri üzerinde yarattığı akıl çelmeleri, karakterlerin iç dünyalarına nüfus edebilmesi ve tüm bunları ortalama kırk sayfayla yapabilmesi hayranlık verici. Çoğu yerde öykülerinin bir roman kadar derinlikli olduğu söylenir, ben biraz daha ileri gidip bazı öykülerinin okuduğum çok romandan daha fazla şey anlattığını rahatlıkla söyleyebilirim. Munro okuduktan sonra öykü okumak ve yazmayı neden bu kadar çok sevdiğimi bir kez daha anladım. 

Cevdey Bey ve Oğulları – Orhan Pamuk
Üniversitede hiç Orhan Pamuk okumadım. Herkes Yeni Hayat’tan bahsederken ben özellikle uzak durdum. Meşhur ilk cümle bile merakımı cezbetmedi. Sanırım popüler olana ön yargılarım yüzünden Yeni Hayat’a hiç şans vermedim. Sonra Benim Adım Kırmızı çıktı ama onu da okumadım. O zamanlar adı yanlış hatırlamıyorsam Ahmet Altan ile beraber anılıyordu ve ikisini de okumamaya neredeyse yeminliydim. Okul bitti, iş hayatı başladı ve bir öğleden sonra hayatımın en gurur verici anlarından birini yaşadım. Türkçe yazan bir yazara Nobel ödülünü vermişlerdi. Türkçe anadilim olmasa da en iyi bildiğim dildi -dürüst olmak gerekirse doğru düzgün konuşabildiğim ve yazabildiğim tek dil- ve kim ne derse desin bu şekilde ödüllendirilmesinden gurur duymuştum. Üstelik Türkçe edebiyatın dünya kültüründeki yerine dair de umutlarım artmıştı. Böyle konular oldukça sübjektiftir ve çok kimseye göre o yer zaten vardı ve bunun için herhangi bir prestijli ödüle gerek yoktu. Anlayabileceğim bir açıklama ancak kabul etmek gerekir ki böylesi yüksek ilgi gören ödüller sahiplerine ve mensubu oldukları ülke edebiyatlarına da ilgiyi artırır. Daha çok kitapseverin Türkçe yazılmış kitaplara ilgi duyması da yazmak ve okumak isteyen herkesin için için dileğidir. Son derece de doğal bir dilektir bu. Başlangıçta herkes ekran/defter/kağıt başına yazmak için otursa da sonunda elbette okunmak ister.

Nobel’e rağmen hemen Pamuk okumadım. Hemen kızmayın bana, geçerli olmasa da kendimce bir sebebim vardı. O zamanlar Kar adlı romanı gündemdeydi ve benim eleştirilere haddinden fazla kulak astığım yıllardı. Üstelik yeniden popüler olmuştu ve bu benim onu okuma isteğimi artırmıyordu maalesef. Söyleşilerini ilgiyle takip ediyordum, fırsat buldukça edebiyat harici yazılarını da okurdum, hatta sanırım İstanbul adlı denemesini de biraz okudum diye hatırlıyorum. Neyse ilk Pamuk romanı okumam için Masumiyet Müzesi’nin yayınlanması gerekti. Roman sürükleyiciydi, ilk okunacak Pamuk romanı değildi elbet ama bana dokundu. Bir yandan onu Orhan Pamuk yapanın bu roman olmadığını biliyor, öte yandan romancılığıyla -belki de bir tek ben- bu romanla tanışmış olmaktan dolayı gizli gizli övünüyordum. Ne övünç ama! Birkaç sene daha başka Pamuk romanı okumadım, belki bu övüncü bozmamak için. Ta ki önceki seneye kadar. Sessiz Ev ile başlayan Orhan Pamuk okuma serüvenim, Kar ile devam etti, şimdilik Cevdet Bey ve Oğulları ile sonlandı. Ama son durak değil burası, sırada Kara Kitap veya Beyaz Kale var, hiçbir şey için olmasa bile o saçma övünç duygusundan kurtulmak için Pamuk külliyatını bitirmeyi amaçlıyorum.

Cevdet Bey ve Oğulları, belki de Pamuk’un en gizlediği romanı. Muhtemelen ilk olmasından ötürü hatalarının çok olduğunu veya fazla toyca yazılmış olduğunu düşünüyor. Bana kalırsa, evet arada sırada toyluk demeyeyim ama hayallerine, hikayesinin büyüsüne kaptırmış bir yazarın sesini duyuyoruz romanda ancak oldukça yetkin bir ilk roman. Hatta ilk roman diyerek kestirip atılmayacak zenginlikte. Pamuk, çok sevdiği Buddenbrook seviyesine çıkmayı başarıyor yer yer. Sessiz Ev’den sonra yeni sulara yelken açan Pamuk, Masumiyet Müzesi’yle başladığı noktaya dönmüştü, şahsi tercihim denizin bu tarafında yaratmaya devam etmesi. Belki daha az tuzlu buranın suyu ama içinde yüzmesi kolay, üstelik dibi merak eden herkes derinlere dalmakta serbest.  

Grafik Kanon Seti / Cilt 1 - Kolektif
Milliyet Kardeş günlerinden beri çizgi romanların hastasıyım. Ama Asterix’in altından çok sular aktı. Yeni hikayeler, yeni tarzlar, yepyeni çizimler önümü açtı. Özellikle İstanbul’a taşındıktan sonra keşfettiğim çizgi roman dükkânları yepyeni yeteneklerle tanışmama sebep oldu. Ancak işte yine de yetmiyor. Bu dünya engin bir dünya ve gelişimini takip etmediğin sürece arkada kalmaya mahkumsun. Geride bıraktığımız sene gözlerimize ve dimağımıza sunulan Grafik Kanon Seti için Kolektif Kitap’a ne kadar teşekkür etsek az. Zorlu ve hayli riskli bir proje üstlenmişler. Sınır ötesinde görüp bayıldıkları üç ciltlik bu devasa derlemeyi ülkemize getirmeyi başarmışlar. Hem de gayet başarılı bir Türkçe ile. Gılgamış’tan, Tükenmeyen Nükte’ye kadar seçme bir edebiyat tarihi yolculuğuna başarılı çizimler eşliğinde çıkmak isteyen herkese öneririm. Tek kötü tarafı şu, bazıları o kadar başarılı ki bittiği için üzülüyorsunuz ve eserin tamamına ulaşmanın yollarını arıyorsunuz. Eh, bu da epey sabır veya bütçe gerektiriyor.

Tiffany’de Kahvaltı – Truman Capote
Filmini izleyip bu kısa ama müthiş roman hakkında kesinlikle bir önyargıya varmayın. Evet film kendi başına bir başyapıt, Hepburn her daim o filmle yaşayacak ancak Capote’un novellası en az filmi kadar hatta bence filminden çok ilgiyi hak ediyor. Gerçi o da tarihte yerini aldı zaten ama henüz Capote ile tanışmayanlar varsa onlara lafım. Yazar karakterlerini iyi tanıyor öncelikle ve kusurlarıyla birlikte hepsini çok seviyor. Gerçi sevmekten çok, onlarla yaşıyor diyebiliriz, belki geçmişte yaşamıştır bile. Ama en büyük başarısı bu değil, öyle olsaydı yetenekli bir yazardan daha fazlası olmazdı, Capote’un farkı anlattığı hikayenin nerelere dokunabileceğinin farkında olması ve ustaca o noktalardan uzak durarak ama varlığını da hissettirerek çevresinde dolanması. Hayır, gerçekleri dolaylı yoldan aktarma çabası değil bu veya açıklık yerine kapalı anlatım çabası da değil, öyküsünü anlatırken bilmemiz gerekeni sadece sunuyor bize. Geriye kalan fazla çünkü, hayal gücümüze yer bırakmaz. Hikayenin hüznü de anlatılanlardan değil anlatılmayanlardan kaynaklı.

A People's History of American Empire -  Howard ZinnMike KonopackiPaul Buhle
Berlin’de Munro ararken keşfettim bu kitabı. Zinn ve bu büyük eseri hakkında kulak dolgunluğum vardı ama içimden daha önce hiç kendisini okumak gelmemişti. Yine katil Amerika önyargıları yüzünden. Sonra başka bir kitap ararken karşıma çıktığında hemen çevirip arkasına, fiyatına bakmadım. Çizgilerle anlatılan tarih küçüklüğümden beri ilgimi çekmiştir ve bu koca kitap rafta arkadaşlarının yanında oldukça heybetli duruyordu. Bütçemi aşmıyordu aslında fiyatı ama yine de tereddüt ettim alırken. Sonra bir daha bu kitaba erişme şansımı biraz da yanlıca tekrar hesapladığımda fazla düşünmedim. İyi ki de almışım, İstanbul’a dönene kadar tren, havaalanı, uçak derken neredeyse bitti. Bir tarih kitabının bu kadar sürükleyici olmasına şaşırabilirsiniz, üstelik anlatılan tarih bize hayli uzak. Ama gerçekten öyle mi, kitabı okumaya devam ettikçe anlatılanların aslında hayatımızın ne kadar içinde olduğunu hayretle fark ediyorsunuz. Zinn lafını sakınmıyor, eleştirinin gücünün farkında. Arada bir hepimiz gibi umutsuzluğa da düşüyor ama çıkış kapısını bize gösteren de yine o. Belki ABD tarihi ilk bakışta ilgi çekici görünmeyebilir, ancak peşin hükümlü olmayın derim ben. Şükür, Türkçe’de Zinn basıldı, satılmaya devam ediyor. Merak eden herkesin okumasına açık. Özellikle ortalığın kızıştığı şu günlerde tarih okumaya her zamandan daha çok ihtiyacımız var bence.

Buz ve Ateşin Şarkısı 5. Kitap / Ejderhaların Dansı Kısım 2 - George R.R.Martin
Dizi kitabı okumak ayıp değil, günah değil. Fantastik edebiyat da keza öyle. Üstelik George R.R.Martin tarafından yazılmışsa. Buz ve Ateşin Şarkısı çoktan efsaneye dönüşmüş durumda. Televizyon ekranlarından Martin ile tanışanlar için seri dizi kitabı olarak görülse de gerçekte Game of Thrones bir kitap dizisi. Martin, gözdesini kimselerin sorumsuz ellerine teslim edemezdi ve dizinin senaryosunu da kontrol altında tutuyor, iyi de yapıyor. Seriyi okumayanlar için özetlemek kolay değil ama afiş cümlesiyle konuşmamız gerekirse, ilk kitabın isminde olduğu gibi tüm seri sert, kanlı bir iktidar mücadelesini anlatıyor. Bunu anlatırken, insanoğlunun ne kadar acımasız, cahil, aptal, kahraman, sinsi, zeki, güzel, talihsiz, kindar, fesat, güçlü, hayalperest, cömert, vahşi, çaresiz, cesur ve korkak olabileceğini gösteriyor. Özenle yaratılmış karakterleri çevrenizden biri gibi sahipleniyorsunuz veya nefret ediyorsunuz. Dizi de görselliğiyle bu etkiye katkıda bulunuyor aslında ama esas malzeme kitaplarda. Bana sorarsanız ikisi bir arada gayet güzel işliyor, sabredenlere birlikte okunmalarını tavsiye ederim ama benim gibi sabırsızlar beşinci kitabı çoktan okuyup bitirmiştir bile. Beşinci kitabın temposu öncekilere göre biraz daha ağır, bunda olayların dördüncü kitapla paralel zamanda geçmesi etken sanki. Yine de özellikle sonları bir solukta okunup bitiriliyor. Altıncı kitabı tüm dünyayla birlikte beklerken serinin sonsuza kadar sürmesini diliyoruz ama biliyoruz ki bu mümkün değil, en azından layıkıyla bir son beklemek hakkımız. Eh, bunu da George R.R.Martin’den başka kim başarabilir ki?


   
   Anlatmak istediğim daha çok kitap var, hiç bitmez zaten. Yer sorunum da yok ama böyle giderse hiç bitiremeyeceğim bu listeyi. Bu yüzden burada bitiriyorum. Bakarsınız başka bir liste çıkar karşıma, ben de alır onu azıcık süsleyerek buraya taşırım.
 

6 Ocak 2014 Pazartesi

Bitmiş bir yıldan arda kalan okumalar - II



SNOOPY. Mutluluk Sıcak Bir Battaniyedir Charlie Brown – Charles M.Schulz
Charlie Brown’ın kaç yaşında olduğunu bilmiyorum. 5 ya da en fazla 6 yaşında olmalı. Hiç okula gittiğini görmedim. Arkadaşları da keza. Ama eminim okuma biliyordur. Snoopy serisinin tutkunu değilim, bu yüzden hakkındaki bilgilerim kısıtlı. Fakat bu, karakterlerine, diyaloglarına, çizimlerine bayıldığım gerçeğini değiştirmez. Türkçe’de son derece kısıtlı görebildiğimiz bu esaslı diziden çıkan kitabın farkına varır varmaz siparişini geçtim. Geldiği gibi de okudum. Üstelik her zamanki gibi yalnız da değil, oğlumla birlikte. Belki de böylesi kitapların en güzel tarafı da bu. Oğlunuzla birlikte büyük zevk alarak okuyabileceğiniz kaç kitap vardır ki? Ama Snoopy asla bir çocuk kitabı değil. Çocukların da anlayabileceği bir dilde yazılmış olması onu çocuk kitabı yapmıyor. Karakterleri henüz okula gitmeyen ama dertleri bizimkilerden çok farklı olmayan veletlerin öyküsünü anlatıyor Schulz. Neredeyse inanılmazı mümkün kılıyor, çocukların dünyasını büyüklerin anlamasını ya da hemen hemen anlamasını sağlıyor. Oğlum henüz okuma bilmiyor, öğrendiğinde çok seçeneği olacak okumak için. Ama başka ne okursa okusun eğer bir tane bile Snoopy okumayacaksa okumayı hiç öğrenmesin daha iyi. Umarım günün birinde okuduğumuz bir Snoopy hikayesi hakkında oğlumla konuştuğumu göreceğim.

Saksı Olmanın Faydaları – Stephen Chbosky
Afişi, IMDB yorumları ve Emma Watson yüzünden ilgimi çeken bu kitabın filmi düşük beklentilerime rağmen beni izler izlemez çarpmıştı. Çok sebebi var elbet ama en önemlisi başkarakterin hayatın acımasız gerçekleri diye nitelendirilen klişeyle çarpışmasının samimi anlatımıydı. İzlediğim zamanki ruh halime cuk oturuyordu. Benim için acıtıcı olansa karakterle aramızdaki yaş farkıydı. Kitabını almam ve yaramı kanatana kadar deşmem kaçınılmaz oldu. Farklı olarak kitap bana daha neşeli, iç ferahlatıcı geldi. Aslında film sadık bir uyarlama ama yine de farklı mecralarda olmasından ötürü kitabın etkisi ayrı. Yazarın muhtemelen kendi hayatından izler taşıyan romanı filme çevirmek istemesi de takdire şayan. Sanki hikayesini başkasının kayda almasına yüreği el vermemiş. Birçoklarına bu hikaye yeni bir Amerikan ergen büyüme masalı gibi gelebilir ve oldukça sık ele alınmış bu tarif artık sıkmaya başlamış da olabilir ancak yüzeyinde öyle görünse de romanın farkı hikayeyi ele alış biçimi. Bana göre, yazar bize bir büyüme masalı anlatmak istemiyor ya da derinlerde sıkışmış bir trajediyi keşfetme hikayesi de, benzer olaylar başımıza gelmemiş olsa da hepimizi etkileyebilecek içten bir yüzleşme öyküsü anlatıyor. Kendi karakterimizle ve başımıza açtığı onca dertle yüzleşip herkesten önce kendimize dürüst olmamız gerektiğini gösteriyor. Özellikle sonlara doğru Emma’nın başroldeki saf delikanlıya tembihlerinden anladığım bu. Belki de ben mesajı böyle almak istemişimdir. Herhangi bir günün herhangi bir zamanında kitabı veya filmi hangisini isterseniz rahatlıkla okuyabilirsiniz.

Eve Dönmenin Yolları – Alejandro Zambra
Zambra’yı ilk kez Bonzai romanıyla duymuş ve okumuştum. Türkçe’deki yeni romanını merakla bekliyordum. Sağ olsun Notos çok bekletmeden yayınladı. Zambra’dan öğrendiğim, az lafla kocaman olduğunu düşündüğümüz dünyaları anlatabilmek. Bu romanında ne acılı olduğunu uzaktan da olsa duyduğumuz, okuduğumuz, izlediğimiz bir diktatörlüğü anlatıyor. Ve aslında bize çok yakın bir hayat anlattığı. Tercih ettiği yol ise dikkat çekici. Kesinlikle büyük acılardan, haksızlıklardan, arka planlarda dönen adaletsizliklerden bahsetmiyor, çoğunu roman harici yayınlardan öğrenme şansımız hep var çünkü. Bize o günlerde yolunu bulmaktan bahsediyor sadece. Buradaki anlam ilk aklınıza gelen değil elbet, kaybolmuş birinin eve dönüş yolunu bulmasını kast ediyorum. Büyük haksızlıkların olduğu zamanlarda yaşananlar o denli acı ve yakıcıdır ki yazmak isteyen bir insanın aklına bu acıları anlatmaktan başkası gelmez belki, ya da başkasını yazmayı hafiflik olarak algılayabilir. Küçük çocukların kaçırılıp öldürüldüğü, kayıpların akıbetinin belirsiz olduğu, çok sevdiğin arkadaşlarının birer birer yok edildiğini gördüğün zamanlarda oturup hiç bunlardan bahsetmeden bir şeyler yazılabilir mi? İşte Zambra, gözümüze sokmadan haksızlıklarla dolu bir dönemi anlatmayı başarıyor, hem de çok az sayfayla başarıyor. Kitap bittiğinde tuhaf bir şekilde olanlar hakkında hiç bilginiz olmasa da o günlerde yaşayanlar gibi hissedebildiğinizi fark ediyorsunuz. Yazmanın sırrı burada gizli olsa gerek.

Profesör Y ile Konuşmalar – Louis-Ferdinand Celine
Celine en sevdiğim yazarlardan biridir. Üstelik bunu tek kitapla başarmıştır, Gecenin Sonuna Yolculuk. Ama ne kitap! Gerçek bir kılavuzdur. Ne zamandır ondan yeni bir şeyler okumayı bekliyorduk ve bu senenin en hoş sürprizlerinden biri oldu, Profesör Y ile Konuşmalar. Celine okuyanlar diline aşinadır, bu yüzden kitaptaki makineli tüfek saldırısına hazırdırlar ama onlardan biri olarak ben bile anlatısının bu kadar eğlenceli olacağını beklemiyordum. Yayıncıların, yazarların, okurların hep beraber oluşturdukları camiaya adeta top, tüfek saldırıyor yazar. Lafların çoğu hepimize dokunuyor ama bu kurgu profesörün çemkirmelerini ben çok sevdim. Kendiyle dalga geçemeyen insanların hiçbir zaman dürüst bir kahkaha atamayacaklarına inandığım için Celine’in cesareti ve sivri dili her zaman hayranlığımı kazanmıştır. Bazen düşünürüm keşke daha fazla metin okuma şansımız olsaydı kendisinden ama o anlar çabuk geçer, bu isteğim de bencil ve açgözlü bir saldırıdan başka nedir ki? Ben kimim ki yazardan böyle bir talepte bulunma hakkımı kendimde buluyorum? Sonra benimkinin talep değil de yeni yıl dileği gibi boş ama bir sonraki yıla uyanırken yataktan az da olsa daha umutlu kalkmamızı sağlayan bir hayal olduğuna ikna oluyorum. Sakinleşiyorum. Ardını düşünmeden arada bir boş hayallere kapılmak isteyen herkese öneririm.

Kim Lan Bu Hayatımın Erkeği – Deniz Özturhan
Deniz benim arkadaşım. Ancak listemde olmasının sebebi bu değil. O hep çok iyi bir yazardı ve kitabını okuyan herkes sonunda bunun farkında. Esasen kitabın basılmasından önce de bir blog dolusu insan bu gerçeğin farkındaydı zaten. Kitap olsa olsa bu gerçeği taçlandırmıştır. E, yazarına da böylesi bir taç yakıştı doğrusu. Blog kültürü popülerleştikçe bayağı olanla olmayanın ayrışması zorlaştı. Ancak keskin gözlere ve saptırılmamış zihinlere sahip olanlar için halen çok zor değil bu ayrım. Benim bu konudaki kriterim belli, akılda kalıcılık. Ancak kalıcılıktan anladığım, duvar yazıları gibi manşetlik cümleler değil benim için, ya da twitter cephesinde paylaşılmaya doyulmayan özlü sözler de. Yazının bütünüdür benim için önemli olan. Bir metin içinden cımbızla seçilmiş cümlelerle değil başından sonuna dek bütünüyle değerlidir. İşte Deniz’in de başardığı bu bence. Kendine has dilinden taviz vermeden ve anlattığı meseleleri gönlüyle seçerek kitlelere ulaşmayı beceriyor. Niyeti parlak cümlelerle izleyici toplamak değil, yer yer başlıkta sorduğu sorunun izinden giderek, bazen kafasına takılanları takip ederek, çokça da karşılaştığı insanları anlatarak bir neslin sesi oluyor. Önemli olan ona hak verenlerin sayısı değil, anlattıklarının ne kadar sahici olduğu. Tüm bunları yaparken didaktik olmaktan uzak durabilmesi de ayrı bir takdir sebebi. Ortalığa saçılan bunca, bayağı yastık muhabbeti içinde parıldayan bu denemeye bir şans verin derim ben. Umarım gün gelir yazarın ve dilinin hak ettiği bir kurmaca da okuruz.

Şeytan Tangosu – Laszlo Krasznahorkai
2013’ün sonlarında okumaya başladığım bu romanı henüz bitirmedim. Yine de bu listede olmasını istedim. İlginç bir atmosferi var çünkü romanın. Daha önce okuduğum hiçbir romana benzemiyor. Birinci bölüm nefes kesiciydi. Olaylar neredeyse gerçek zamanlı ilerliyor ve hayatın somut gerilimi an be an hissediliyor. Temponun düşük olması metnin sürükleyiciliğine zarar vermiyor bence ama şurası bir gerçek ki böyle romanları doğru yerde doğru zamanlarda okumak da önemli. Okumaktan başka bir işin dikkatinizi dağıtmasına izin vermemelisiniz. Mümkünse yalnız olmalı ve dışarının sesinden yalıtılmış bir odada bu roman okunmalı. Yoksa içine girmek gerçekten zor. Kendinizi bir kere olayların geçtiği mekanlarda hayal ettikten sonra gerisi çorap söküğü gibi gelecektir. Yardımcı olur mu bilmem ama romanın en az onun kadar başarılı bir sinema filmi de mevcut. Yalnız biraz uzun. 450 dakika kadar. Romandaki atmosferi ekranda görmek isteyenler filmini izlemeyi deneyebilirler. Farklı dünyalardan bir roman okumak isteyenler için.

Tarihi çok farklı biçimlerde okuyabiliriz. Buna uygun çeşitli seçenekler var. Dileyen belgesel izler, isteyen ansiklopedi alır, bir başkası kurgunun penceresinden bakar veya filmlerin, dizilerin dünyasından kendine göre seçtiği örneklerden öğrenmeye çalışır tarihi. Ve elbette tarih kitapları vardır, cilt cilt. Bazıları baştan sona anlatır her şeyi, bazıları sadece belli dönemleri. İşte seçtiğim set de sadece 20.yy’ı anlatıyor. Üstelik fotoğrafların diliyle. Her on yıl için bir kitap. Zamanı on yıllara bölmek her şeyi sınıflandırma merakımızdan geliyor. Sonra da o dönemlere belli özellikler yakıştırıyoruz. Her dönemin bir ruhu olduğuna inanıyoruz. Ben bu kadar kati bir şekilde ayrıldıklarını düşünmüyorum ama elimizdeki bu seti inceleyince, belki de fotoğrafların bilinçli tercihinden ötürü olabilir, her dönemin kendine has renkleri, umutları, kayıpları, vahşeti, kahkahaları olduğunu görüyoruz. Bence keyifli bir yolculuk bu. Geride bıraktığımız yüzyılı bir de yetenekli objektiflerin gözüyle hatırlamak bazen sayfalarca yazının yapamadığını yapıyor, küçük bir duyguyu fotoğrafa bakana geçirebiliyor. Bombalama yıkıntılarının arasında süt taşıyan adam, tek parça mayolarıyla denize ilk defa giren kadınlar, belki hayatlarında ilk ve tek defa ruhlarının kayıt altına alındığını sanan yerliler, kutu oyunu oynar gibi askerlerinin geçit törenlerini izleyen komutanlar… Belki çoğu fotoğrafı daha önceden gördüğünüzü hatırlayacaksınız bir yerlerde ama hepsini bir arada on yıllara ayrılmış şekilde incelemek tarihin gözlerinizin önünde akmasına yol açıyor.   

3 Ocak 2014 Cuma

Bitmiş bir yıldan arda kalan okumalar - I



2008’den beri internetten satın aldığım kitapların kaydını tuttuğum bir dosyam var. Böyle bir dökümün sonucunda ilginç verilere ulaşabiliyorsunuz. Örneğin aldığınız kitapların yüzde kaçını okuduğunuz. Beş senedir kitap sitelerine bütçenizden ne kadar ayırdığınız. Yılın hangi aylarında en çok kitap satın aldığınız. Kendinize, eşinize ve çocuklarınıza, çevrenize aldığınız kitapların toplam tutarın içindeki oranı. Aldığınız kitapların tür dağılımı. En çok okuduğunuz yazarlar ve ülke edebiyatları. Liste dileğinize göre uzayıp gidebilir. Neden böyle bir analize girer insan? Çünkü okur hem bir okurdur hem de kitapsever. Meraklı bir kitapsever. Bir nesne olarak da kitabı sever, yanında taşımaktan hoşlanır. Son zamanlarda teknoloji sayesinde bu taşıma meselesi ağırlığından kurtuldu ancak halen kitapların yükünü taşımaktan vazgeçmeyenler var. Ufacıkken tanıştığım hamur baskı kokusunu kolay kolay bırakacağımı sanmıyorum ama cebinde kitaplığını taşımayı tercih edenlere de lafım yok. Okumanın yöntemini önemsemem, nasıl okunduğu daha önemli. Herkes en rahat ettiği şekilde okusun yeter.

Yöntemler ve verilerin analizi üzerine daha fazla laf etmeden, geride bıraktığımız yılın bende iz bırakan kitaplarına geçmek isterim. Bazılarını çok geç okumuş oldum, bazılarını çıkar çıkmaz. Bazılarının çıkmasını dört gözle bekliyordum zaten, bazılarınıysa aldıktan sonra bir köşede unutmuşken keşfettim. Bazılarını tamamen tavsiyeyle, hakkında hiçbir şey bilmeden okudum, bazılarınıysa sırf konusunu merak ettiğim için. Ne olursa olsun sonuç değişmedi, her kitabın son sayfasını bitirdiğimde okuduğum için kendimle iftihar ettim.

Herhangi bir sıralama mantığı gütmeden;

Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şöförü - Etgar Keret
Keret’i bana sevdiğim bir arkadaşım tavsiye etti. Aslında tam olarak bana tavsiye etmemişti, başka bir arkadaşıma yazdıklarıyla kıyaslasın veya belki de ilham alsın diye tavsiye etmişti. Ama üzerine görev alan ben oldum. Daha önce kısa öykü okumuştum elbette ve çok kısa öyküler hakkında bilgim vardı ancak Keret’in öyküleri yine de beni şaşırttı. İki sayfa sürmesiyle de ilgisi yok aslında. Öyküye bakış açımı değiştirdi. Nelerin öykü olup olmayacağı konusundaki katı fikirlerimi yerle bir etti. Aynı zamanda yaratıcılığın nerelere kadar uzanabileceğini de bir kez daha gösterdi bana. Seçtiğim derlemesi en iyi mi bilmem, beni en çok etkileyen oldu. Zaten satın alırken de set olarak almıştım. Belki de tek kelimesini okumadan setini satın aldığım ilk yazardı. Setteki diğer derlemeler de Keret okumak isteyenler için başlangıç olabilir. Bir yerden başlayın işte.

Yüzyıllık Yalnızlık – Gabriel Garcia Marquez
Yakın zamanda Marquez’in heykeli dikildi. Dediklerine göre bunama belirtileri gösteriyormuş. Ursula’nın bizi terk etme vakti gelmiş demek. İyice çölleşecek buralar desenize. İlk okuduğum Marquez, Kırmızı Pazartesi’ydi. Sonra Kolera Günlerinde Aşk’ı hevesle almıştım ama nedense okumadım hiç. Böyle şeylerin nedeni bilinmez. Artık işi perilere bıraktım, onlara katiyen inanmasam da kendim bir açıklama getiremediğim için işin kolayına kaçarak perilerin işi diyerek kestirip atıyorum. Yüzyıllık Yalnızlık’ı okurken daha önce bu romanı okumadığım yıllar için hayıflanıp durdum. Öyle ki belki 20 sene önce okusam hayatım çok farklı olurdu. Kitaplar hayatları değiştirebilirler mi? Hep inanmak istediğimiz bir gizem. Romana dönersek, bendeki kopyasında enteresan bir eksiklik vardı. Albay’ın savaşa gittiği yaklaşık 20-25 sayfa eksikti. Daha doğrusu başka sayfalar bu 20-25 sayfa yerine yanlışlıkla tekrar basılmıştı. Garip olan şu, ben eksiğin farkına hemen varmadım. Diyeceksiniz nerenle okuyorsun romanı, hemen yargıya varmayın lütfen, romanın dili öyle sarmıştı ki beni, klişe olsun da bizden olsun, büyülenmiştim adeta ve şaşkın şaşkın ne çıkarsa karşıma okuyordum. Marquez kalkıp yemek tarifi yazsa onu da şaplanmış gibi okurdum. Bir de olaylar hep bir döngü içinde geliştiği için zamandaki atlama beni rahatsız etmemişti. Arada kaynayan zamanın tekrar karşıma çıkacağını düşünüyordum. Ne zaman ki hatalı sayfalardaki cümleler romanın ilerleyen bölümünde kendini tekrarlamaya başladığında bu işte bir gariplik var deyip kontrol ettim. Evet apaçık bir hatalı basımdı karşımdaki. Can yayınlarına gidip yenisiyle değiştirme hakkım olduğunu biliyordum. Ama yine de gitmek istemedim, belki saçma bir seçkinlik olarak düşüneceksiniz ama bendeki kopyanın eşsiz olma ihtimali hoşuma gitmişti. Bir gün romanı tekrar okumak istediğimde gidip yenisini alırım mutlaka ama elimdeki kopyayı hep saklayacağım. Ne de olsa romanı bitirdiğimde sarsılmış halde, karanlıkta bir başıma yolculuğun bitmesini beklerken yanı başımdaydı.  

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört – George Orwell
Daha önce defalarca bu başyapıtı okumaya çalıştım. En fazla Winston ve Julia’nın boş tarlada seviştiği sahneye kadar gelebilmiştim. Sorun yazar ve dili değildi, sorun anlatılan da değildi. Sorun bendim, bir türlü anlatılanların gerçekliğine kapılamıyordum. Böyle bir dünyanın olamayacağını düşündüğüm için değil, daha çok insanoğlunun böyle bir dünya yaratabileceği düşüncesi beni rahatsız ediyordu ve okumak canımı acıtıyordu. Bir de romanın iki kutup tarafından farklı nedenlerle propaganda aracı olarak kullanılmasından da rahatsızdım. Aslında bu rahatsızlığın giderilmesi için en iyi yol onu okumaktır ama işte dediğim gibi yapamıyordum, daha fazla ilerleyemiyordum. Gezi devrimi süresince ve sonrasında en çok bu romanı okuma ihtiyacı hissettim. Artık yüzleşmem gereken bir devlet terörü söz konusuydu ve bunu yapmadığım sürece bildiğim doğrulara ve ortak doğrularımız için savaşan herkese ihanet etmiş olacaktım. Romanı bitirdiğimde kitap hakkındaki sorularımdan arınmıştım. Yepyeni sorular vardı karşımda. Gariptir bu romandan etkilenen çok sayıda başka kurmaca eserler okudum, izledim, hatta bu romana öncülük edenleri bile okudum ama kendisini okumak yine de faklı bir etki yarattı üzerimde. Hiçbir şey özgün olanın yerini tutmuyor. Sonuç olarak bu başyapıtın neden propaganda aracı olarak kullanıldığını anlıyorum ama bu onun tüm o kısır siyasi tartışmaların ötesinde şahane bir kitap olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Bakir İntiharlar – Jeffrey Eugenides
Filme uyarlanmış romanları, filmlerini izledikten sonra okumaktansa tam tersini yapmak aslında tercihimdir. Ancak bazen bazı romanlar filmlerinden sonra karşıma çıkar. Coppola’nın debut filmi zihnimden uzun süre çıkmamıştı. Müzikleri halen arada sırada kulağımı ziyaret ediyor. TV’de rast geldiğim her seferinde kendimi sonuna kadar filmi izlerken buluyorum. Böylesine bir ilgiye rağmen uyarlandığı romanı okumak hiç geçmemişti aklımdan. İtiraf etmem gerekirse bir romandan uyarlandığını bile bilmiyordum. Bazen böyle olur, bazı filmler hakkında çok fazla araştırma yapmak istemem, özellikle kendi başıma keşfettiklerim için. Bu filmi ilk izlediğimde ne sinemalarda gösterime girmişti, ne adı sanı dergilerde çıkmıştı. O zamanlar, ki bahsettiğim zamanlar bugünle kıyaslandığında milat öncesi olarak bile nitelendirilebilir, sinemalarda gösterilmemiş filmlere ulaşmanın iki yolu vardı, ya varsa netten yabancı sitelerden cd/dvd sipariş etmek, ya da korsandan almak. İnternetle telefonu bir arada kullanamadığımız zamanlardan bahsediyorum ve o günlerde internetten film izlemek için boğazda villan falan olması gerekiyordu, ya da peygamber sabrı. Sinefil bir öğrencinin yukarıda saydığım seçenekler içinden tercih yapması çok zor değildi anlayacağınız. Sinema çekimi falan dinlemeyip harçlığımı ucuz cdlere harcardım bol bol. Bu filmi de ilk izlediğim format çift cdli, kötü altyazılı, berbat bir sinema çekimiydi. Çöplükte elmas bulmak gibiydi(bkz eternal sunshine…).
Yıllar sonra Eugenides adını ilk defa her yerde karşınıza çıkabilecek bir en iyiler listesinde gördüm. Middlesex adlı romanı fazlasıyla övülüyordu. Önce çok üzerinde durmadım ama sonra takip ettiğim bir blogda kendisinden neredeyse kutsal kitap gibi bahsedilince radarıma aldım. Yazarın başka kitabı var mı diye bakınca da, bom, karşıma Bakire İntiharlar çıktı. Middlesex yarım kaldı. Hem de tam ortasında. Aslında ilgi çekiciydi, roman İzmir’e de uğruyor ve bize okutulan tarihi farklı bir pencereden dinleme şansına da sahipsiniz ancak yine perilere suçu atarak romanı bitiremedim. Zamanı değilmiş deyip önceki romanına başladım. Filmini de izlemiş olarak açıkçası daha çok merak ettiğim bu romandı. Yazarların ilk romanlarına hep ayrı bir ilgi duymuşumdur. Edebiyata nasıl atıldıklarını hep merak ederim ve ipuçlarını en çok ilk eserlerinde ararım. Eugenides gazetecilik geçmişinden ötürü müdür bilinmez, bu romanında gerçek olaylara dayanan trajediyi son derece tarafsız bir gözle aktarıyor. Ama işte usta yazarlara has bir şekilde onu okurken size tarafınızı seçme şansı sunuyor. Açıkçası illa bir taraf da seçmek durumunda değilsiniz, önemli olan okuduklarınızdan ne kadar etkilendiğiniz. Bakir İntiharlar etkileyici bir anlatı. Esinlendiği gerçek olayların ilgi çekiciliğine yaslanmadan ve bence kimsenin anısına saygısızlık etmeden yumuşakça ele geçiriyor okuru ve sonuna kadar okutuyor. Benim gibi yapmayın, önce romanı, sonra filmi yiyip bitirin. Lezzet garanti.

Lanet Takım – David Peace
Bu kitap kimin için yazılmış olabilir? İngilizler için mi? Erkekler için mi? Futbolseverler için mi? Notthingam Forest taraftarları için mi? Brian Clough için mi? Yoksa sadece edebiyatseverler için mi? Futbol ile ilgili yazmak bence kim ne derse nesin tehlikelidir. Hele bir de gerçek bir kahramandan kurgu karakteri yaratmak ciddi cesaret işidir. Peace, bu işe kalkışacak kadar taşşaklı bir yazar. Üstelik yazdığı karakter ondan beter. Belki yazar gerçekten de Clough’un cesaretinden ilham almış olabilir. Kim için yazmış olursa olsun romanın derdi okur değil. Onu bilgilendirmek ya da gözüne girme peşinde de değil. Öfkeli bir adam var, kendince haklı sebepleri olan, roman boyunca öfkesinin onu yetiştirmesini okuyorsunuz. Sonunda, romanın değil ama mücadelesinin sonunda, öfkesini yenmeyi başarıyor. Ya da bu tamamen benim varsayımım. Seçilen dil bazıları için rahatsız edici olabilir, öyleleri kaldı mı emin değilim gerçi, ama romanın tonuna ve karakterin ağzına şıp diye oturuyor. Bir yandan son derece sürükleyiciyken derinden sızdırdığı bir derdi var romanın, sırf onu keşfetmek için bile okumaya değer. Üstelik olayların ülkemizde geçtiğini hayal edip Clough yerine son derece tanıdık birilerini koymak da tamamen serbest.

Sırça Fanus – Sylvia Plath
Bazı kitaplar vardır ki yazarlarından ayrı düşünülemezler. Tezer Özlü’nün eserleri misal. Veya Sait Faik bütün öyküleri. David Foster Wallace, Proust gibi ecnebi örnekleri de çoğaltabiliriz. Kendilerini eserleriyle bütünleştirmişlerdir ve belki bunu çok istemeseler de her okunduklarında yaşam öyküleriyle birlikte akla gelirler. Sırça Fanus, kanımca bu tür kitapların ağababasıdır. Uzun süre uzak durmaya çalıştım bu nadide başyapıttan. Neden bahsettiğini, neden yazıldığını, neye yol açtığını biliyordum çünkü. Plath’in hayatını öğrendiğimde, akabinde izlediğimde (film hayal kırıklığıdır bu arada benim için) neyle karşılaşacağımı az çok tahmin edebiliyordum. Elbette bu yersiz ve daha fenası hadsizce bir yargıydı. Plath’in şiirleriyle oyalandım ben de. Oyalanmaktan çok efsanenin çevresinden dolaşmaya çalışmak diyebiliriz. Yazık ki şiir denen meret çevrilince etkisini neredeyse yarı yarıya yitirir ve benim İngilizcem Plath’i kendi dilinden okuyacak kadar yetkin değil maalesef. Belki düz yazıyı biraz ama şiirleri asla. Sonra bir gün, hep dedikleri gibi, ansızın bir gün Sırça Fanus okuma cebime giriverdi ve bitirilene kadar çıkmadı. Korkularımın ne kadar anlamsız olduğu daha kitabın ilk sayfalarından ortaya çıkmıştı. Siz siz olun bir yapıtı kesinlikle önyargılarınızla değerlendirmeyin. Plath, coşkusunu bir an bile kaybetmeden ilk sayfalardan itibaren sizi avucunun içine alıyor ve birlikte girdiğiniz sarmallardan çıkmanıza yardım ediyor. En azından bana yardımı çok dokundu. Kitabı bitirdiğimde ona yardımının karşılığını verebilmiş olmayı diledim. Boş bir dilekti, hiçbir kıymeti yoktu artık. Ölümden sonrası benim için karanlıktan ibaret, bizi terk etmiş canlara verebilecek neyim var ki? İşte, tek yapabildiğim ardından bize bıraktıkları hakkında faydasız kelam etmek. Korkmadan, göğsünüzü gere gere Sırça Fanus’u okuyabilirsiniz.

Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz – Raymond Carver
Carver, öykülerini ilk zamanlar otomobilinde yazarmış. Evde bunaldığı zamanlar dışarı çıkıp direksiyonun başına geçer, sürücü koltuğunda daktilosunu bilmiyorum belki de arka koltukta veya tıklatır dururmuş. Yanlış hatırlamıyorsam, yani ben öyle hayal etmediysem, sonraları evinde yazabilecek duruma geldiğinde bile çalışma odasına bir sürücü koltuğu almış, onun üzerinde yazmaya devam etmiş. Bilmiyorum, belki de Salinger’di öyle yapan. Ama doğrusu Carver’a da pek yakışırdı böylesi. Öykülerini okurken sanki arabanın penceresinden dışarıyı izliyor gibiyimdir çok kez. Ya da belediye otobüsünün camından köprüyü ve altından akan kirli suyu izler gibi. Böyle sahneler çoğumuzun başına gelmiştir muhakkak ve yine büyük bir kısmımız öyle anlarda dayanılmaz bir yaratım/aktarım sancısı çekeriz. Sanki biri elimize kalem, gitar, fırça verse o an dünyayı değiştirecek eseri ortaya çıkaracağız. İşte Carver, böyle anların esas öykücüsü. Kesinlikle dünyayı değiştirme niyeti yok, hatta tek bir insanı bile değiştirmeye gücünün yetmeyeceğinin farkında. Onu büyük kılan da bu. Biz elimize kalem vermeyenlere küfredip hayıflanırken, o direksiyonun başına geçip öykümüzü yazıyor. Hem de bizi hiç tanımadan. Tanıdığı birkaç kişi yetiyor ona. Hep Carver’ın gücü, dilinin basitliğinde ve anlattığı öykülerin sıradanlığında yatar denir, doğrudur, ancak unutulan veya görmezden gelinen bir yeteneği daha vardır yazarın, neyi anlatacağını çok iyi bilir. Baştan kararını vermiştir ve muhtemelen en çok da ayrıntıları özellikle tasarlamıştır. Çünkü az ama öz anlatımın bayağılaşmaması için detaylara fazlasıyla özen göstermek gerekir. Okurun önüne koyduğunuz anlatı temizdir ama bir o kadar da apaçıktır, en ufak kusurlarınız hemen göze batar. Her şeyi anlatmaz Carver, dolayısıyla bulanık nokta çoktur ama asla çelişkiye rastlamayız öykülerinde. Carver, dürüst bir yalancıdır. Ve yazı işine bulaşmış herkes bilir ki en zoru doğrudan şaşmadan uydurmaktır. Çok film çıkmıştır Carver’ın teknesinden. Henüz beni tatmin edene rastlamadım ama en çok yaklaşanı “Take This Waltz” adlı Sally Potter denemesi. Sorun şu ki film bir Carver öyküsüne dayanmıyor ama öykülerini bana en çok hatırlatan da bu film oldu. Belki Potter’ın artık Carver öyküsü uyarlama vakti gelmiştir.