kim?

yaşamayanbilir

26 Ekim 2011 Çarşamba

5 – The Godfather 1-2


1972-74 : Francis Ford Coppola

Tek cümleyle
Amerika’ya göç etmiş Sicilyalı bir kaçağın New York’ta kurduğu ailesinin büyüme hikâyesi

Ne zaman
1990 veya 1991 yılı içinde bir hafta sonu gecesi

Nerede
Batman’da, TV karşısında, TRT veya Magic Box kanalında.

Önemi
Erkeklerin dünyasının anayasası. Sanırım “you’ve got e-mail” filminde şöyle bir iddia geçiyordu; hayata dair her sorunun cevabı baba serisinde gizlidir. Filmleri ilk izlediğim yaşlarda bu iddiayı doğrulayacak bir cevap bulamamıştım ancak yıllar boyu tekrar tekrar izlediğimde her seferinde bir yenisiyle karşılaştım. Herhalde Baba filmlerini unutulmaz kılan en önemli unsur da bu zenginliğidir. Perdeden yansıyan görüntülerin kendi içimizdeki bir gerçeğe de işaret ettiğini hissederiz ve bu gerçek, insan olmanın özelinde bir erkek olarak doğmanın kişiyi kaçınılmaz felakete nasıl götürebileceğidir. Mesele erkek olmanın ötesinde erkek olarak doğmuş olmaktadır. Yeni doğan bir bebek olarak daha ilk andan itibaren cinsiyetin ön plana çıkartılmasıdır. Birçok okumanın yanında özellikle son izlemelerimde Baba filmlerinden çıkardığım okumalar hep bu temanın çevresinde dolandı. Bu da filmlerin neden erkekler tarafından daha çok sahiplendiğini anlamamızı sağlıyor. Yazık ki filmin en büyük eksikliği de tamamen olmasa da kadınları neredeyse yok saymasıdır. Bu yüzden film tek taraflı bir klasiktir bence.

İlk film “Amerika’ya inanıyorum” cümlesiyle açılır. Oldukça ironik bir açılış cümlesidir. Son izlememde tüm filmi yaşadığım topraklar üzerinden değerlendirmeye çalıştım ve buradan bakıldığında açılış cümlesi yeni bir anlam kazandı benim için. Ben Türkiye’ye inanıyor muyum? Neden inanmıyorum? Adalet sisteminden dolayı mı? Hayallerimi gerçekleştirmek için yanlış ülke olmasından dolayı mı? Yoksa yanlış hisseden ben miyim? Son günlerde inandığım zamanlar git gide yerini inanmadığım zamanlara bırakıyor ve tıpkı biraz sonra bahsedeceğim cenaze levazımcısı gibi adalet arayışı içindeyim. Umutsuz olan ise benim gidebileceğim kimse yok.

İlk cümleyi sarf eden karakter kendi halinde doğrulara inanmış bir cenaze levazımcısıdır. Düşler ülkesine gelip bir aile kurmuştur. Yetenekleri doğrultusunda bulduğu/yarattığı/tek yapabildiği iş koluyla ailesini geçindirmektedir. Buraya kadar Amerika hep onun yanındadır. Güvenli ve huzur içinde yaşayabilmesi için oluşturulmuş yasalara uyduğu sürece kimseye muhtaç değildir. Ancak hayatı düşlerini gerçekleştirebilmekten ibaret değildir. Geldiği yerden kendisine miras kalmış bir onur/şeref duygusuna da sahiptir ve belki de en yüksekte tuttuğu bu duygudur. İşte bu duyguyu Amerika garanti altına alamaz. Çünkü Amerika’nın kişiye özel bir şeref kavramı yoktur. Hatta genel bir şeref kavramıyla da işi yoktur. Bu soyut kavramın güvencesi somutlaştırılamadığı için veya somutlaştırılabilmiş hali toplumun her kesimini aynı şekilde tatmin etmediği için koruma altına alınamaz. Bu yüzdendir ki cenaze levazımcının kızı İtalyan olmayan bir çift Amerikalı erkek tarafından tacize uğrayıp, dayak yediğinde, yüzü darmadağın olduğunda, Amerika’nın verebileceği karşılık babayı tatmin etmez. Baba en değer verdiği varlığına dair en çok önemsediği duyguyu, şerefini kaybettiğine inanmaktadır. Bunun karşılığı kesindir, onu kendisinden alanların canlarının alınması. Çünkü babaya göre kızının hayatı sona ermiştir ve suçlular aynı şekilde cezalandırılmalıdır. Ancak medeni hiçbir yasada bu suçun karşılığı ölüm değildir. Medeniyetin matematiği basittir, ki Marlon Brando çok güzel ifade eder bunu, benden para için cinayet işlememi istiyorsun ancak kızın halen hayatta. Medeni toplumlar şeref kavramına yaşama hakkından daha fazla değer vermez. Onlar için esas olan bireyin hayatta kalmasıdır. Bireyin yaşayacağı hayatın şekli veya biçimsel değeri onu ilgilendirmez, çünkü ona göre her birey kendi yaşamından sorumludur ve bunu kendi değer yargılarına göre nasıl yaşayacağı sadece ona bağlıdır. Tecavüze uğramış genç bir kızın yaşama devam etmemesi için bir sebep yoktur. Tek yapması gereken üstesinden gelmek ve olayın kendisini güçlendirdiğini düşünmek. İşte bu noktada modern dünyaya isyan edenler şeref, onur, aile gururu gibi kavramları baş tacı etmiş ve bu değerler uğruna ölümü önemsemeyen geri kalmış topluluklardır. Genellikle de modernleşme yolundadırlar. Yolun başında olduklarından veya bir türlü yola girmeyi beceremediklerinden dolayı ölümüne savundukları değerleri her şeyin önüne koymaya devam ederler. Baba filmleri böyle bir ailenin destansı hikayesinin anlatımıdır.

Coppola’nın filmi çekerken tercih ettiği sükût altındır tarzı özellikle doruk noktası sahnelerde çok iyi işliyor. Baba’nın suikastı sahnesi mesela, o kadar sakin ilerliyor ki, insan gerçekte de böyle mi oluyor diye düşünmeden edemiyor. Gerçekten de hayatımızdaki dönüm noktaları genelde hiç haber vermeden ve yaşarken ne olduğunu anlamadan gelip geçer. Keza Pacino’nun satılık komiser ve uyuşturucu tacirini öldürdüğü sahne de öyle. Ani, kısacık süren ve sessiz bir sahne. Sahnenin hazırlığı ve sonrası çok daha uzun yer tutar filmde ve gerilim iyice tırmanmışken izleyiciyi şoka uğratarak duygusal boşalımını sağlar, sonrasını merak ettirmeye başlar. En zoru hep en az şeyin gösterildiği sahneleri çekmektir. Çünkü o en az şey o kadar ortadadır ki sürekli dikkatimizi çeker ve başka bir şey de olmadığı için tüm ilgimize maruz kalır. Görebileceğimiz bir falso tüm anın içine eder. Ondandır ki, böyle sahnelerde ve tüm filmde detaylar çok önemlidir. Kostüm, ses, müzik hepsi yerli yerindedir. Fazlası her şeyi berbat etmeye hazırdır.

Oyunculuklar ise oldukça ölçülüdür. Zaten oyuncu seçimi aşamasında birçok güçlük halledilmiştir. Bu da bana göre yönetmenin dirayeti sayesindedir. Özellikle Al Pacino konusundaki kararlığı takdir edilesidir, bugünden baktığımızda Michael Corleone karakterini farklı bir ismin canlandırması ihtimalini aklımıza bile getirmek istemiyorken, filmin ön yapım aşamasında bu ciddi bir ihtimaldi ve yönetmenin ısrarı sonucu filme dâhil edilmişti Pacino. Filmdeki tek abartılı oyunculuk Brando’ya aittir ve o da bunu hak etmektedir gerçekten de. Marlon Brando benim favori oyuncum değildir, ancak tarihteki yerini inkâr etmek küfürdür ve ağzıma yakışmaz. Birçoklarına göre en iyi performansını gösterdiği Baba filminde Brando, mafya babası tiplemesine yepyeni bir anlayış getirmiştir. Onu izlediğimizde eli kanlı bir katili değil de gerçek bir aile babasını izlediğimiz yanılgısına kapılırız ve filmin çok yerinde de bunu sürekli dile getirir kendisi de. İşlediği suçlar işinin parçasıdır ve tanrı onu mutlaka affedecektir. Devlet tarafından sağlanamamış bir adaletin şaşmaz temsilcisidir. Duvall, Caan, Keaton gibi diğer oyuncular da karakterlerini başarıyla canlandırıyorlar. Aslında her birinin oyunculuğu hakkında ve filmin atmosferi, genel yönetimi hakkında sayfalarca yazılabilir ancak ben filmde anlatılanlardan bahsetmek istiyorum daha çok.

Baba’ya suikast girişimi sahnesinde Fredo’nun beceriksizce silahını düşürüp iktidarını kaybettiği ve kaldırıma serilmiş babasına sarılıp ağlaması bana göre filmin en dokunaklı sahnesidir. Daha önceki bir sahnede Frank Sinatra tezahürü Johnny’e kız gibi ağladığı için köpüren baba öz oğlunu bu halde görmek istemezdi herhalde. Ancak için için de bilirdi böyle davranacağını. Hiç bahsedilmemişse de benim çıkardığım bir anlama göre Fredo gizli bir eşcinseldir ve Baba’dan o kadar çok korkmaktadır ki, değil bunu dile getirmek en ufak imasından bile hayatı boyunca kaçmıştır. İtiraf edemediği duygulardan dolayı hep başarısızlık duygusu içinde yaşamaya mahkûmdur. Bu başarısızlık duygusu gün gelir aslında hiç istemediği ya da bilinçaltında sürekli istediği kardeşinin ve ailesinin öldürülmesi planlarına suç ortağı olmaya kadar götürür kendisini. Erkek olmayı reddedemeyen, öte yandan beceremeyen de Fredo’nun sonu da böyle gelir zaten. En büyük günahı erkeklerin dünyasındaki en güçlü imge Baba’yı ve el üstünde tutulan aileyi yok etmeye çalışmasıdır. Micheal’ın gerçeği öğrendiği sahne korkunçtur, Pacino benzeri zor rastlanır bir oyunculukla suratında binbir duyguyu aynı anda gizler ve daha zoru bunu izleyiciye gösterir. Çelişki gibi görünen bu durum ancak filmlerde mümkündür çünkü izleyiciler olarak ancak biz Mike’ın neye tepki gösterdiğini biliriz ve suratındaki ifadeyi anlayabiliriz. Sinemanın gerçeklikten en büyük farkı budur ve benim de en bayıldığım yönüdür. Hayatta asla olamayacağım bir konumdayım film izlerken, tanrının yeri. Mike kardeşini asla affetmez ve hayatı boyunca pişman olma pahasına ikinci filmin sonunda ölüm emrini verir.

İkinci filmin sonu bence serinin gerçek sonudur. Sonrasında çevrilen üçüncü film iyi niyetli bir çabanın ötesine geçememiştir ne yazık ki. İkinci filmin sonunda izlediğim flashback seri hakkında ve bizim hakkımızda o kadar çok şey söyler ki. Baba’nın doğum günü için onu beklerken aile Mike’ın kararını tartışmaktadır ve bu karar kimse tarafından onaylanmamıştır. Mike her zaman aile işlerinden en uzak olan olmuştur ve eğitiminin sonunda ailesinin yanında kalmaktansa askere gitmek istemektedir. Suçu aile kurumunun üzerinde başka bir kavram geliştirmesidir, ülkesi. Doğduğu yer olmasına rağmen gerçek vatanı bile değildir Amerika ama Mike bu ülke için savaşmaya kararlıdır. Çünkü uğruna savaştığı asıl şey inancıdır. O da en baştaki cenaze levazımcısı gibi Amerika’ya, düzene, adalete, moderniteye inanmaktadır. Köklerini inkar etmeden bu ülkede makul bir hayat sürebileceğini düşünmektedir. Ailenin dışından birini sevmiştir, muhtemelen onla evlenme planları yapmaktadır ve tüm niyeti arada sırada ailesi ile de görüştüğü sıradan bir Amerikalı hayatı sürdürmektir. İlginç olan tüm ailesine ve en başta babasına karşı gelebilecek gücü kendinde bulabilmesidir. Bu yönüyle aslında daha o zamandan beri babasına en çok benzeyen olduğu ortadadır. Bence bundan dolayı babasının en sevdiği oğludur. Yine de bu sevgi oğlunun kararına saygı duymasına engel olmaz Baba’nın ve karşı yöndeki tüm beklentilere rağmen kararı kabullenir. Kapı çalar, Baba’dır gelen, masadaki herkes karşılamak için masadan kalkar gider, bir tek Mike kalır masada, tek başına oturmaya devam eder. İçeriden kutlama seslerini duyarken biz halen Mike’ı izleriz. Muazzam bir sahnedir. İkinci filmin sonunda Mike’ın inancı için neleri fedaya hazır olduğunu öğreniriz ve bunu öğrendiğimiz an öbür zamanda Mike’ın düşüşünün, başarısızlığının da başlangıcıdır. Bu anı bu kadar acıtıcı kılan da öğrendiğimiz yeni bilgidir zaten. Yönetmenliğin de ötesinde kanımca usta bir hikayecilik başarısıdır bu kurgu. Filmin sonu birden öyle bir anlam kazanır ki tüm seriye bakışımız değişir. Anlarız ki Coppola bir yükseliş değil düşüş hikayesi anlatmaktadır ve bu bir erkeğin inancından nasıl vazgeçmek zorunda kalışının hikayesidir.

Baba en başından bunu öngörmüştür ama. Oğlu Mike ile kendisini son gördüğümüz sahnede ondan özür diler neredeyse. Senin için bunu istememiştim der, oğlu için düzenin içinde hatırlı bir mevkidir asıl hayali. Yıllar önce, taşıdığı çiçek hastalığı virüsü ile birlikte tek başına bir çocuk olarak yeni bir ülkeye ayak bastığında hedefi; yeni dünyanın kurallarına ayak uydurup sonunda yönetilen de yönetene geçmiş olmaktı. Babasından hayalini oğlu Mike devralır ancak o da bu hayali gerçekleştiremez ve üstelik bir sonraki kuşağa bile devredemez. Üçüncü film bir yenilginin resmidir sadece, belki de Coppola’nın mafya kültürünü yüceltme eleştirilerine karşı verdiği yumuşak bir cevaptır, resmi finalde yaşlanmış Pacino’nun kuru bir yaprak gibi sandalyesinden yere düşmesi düzenin yılmaz şakşakçılarının yüreğine su serpmek içindir. Kendi adaletini yaratmak isteyen bir adamın yalnız başına yıkılışıdır.

Enteresan olan babasından farklı olarak Mike’a böyle hazin bir ölümün layık görülmesi. Oysa Mike tüm iyi niyetiyle belki babasından bile fazla bir düzene uyma çabası içindedir. Serinin başında sevgilisine ailesi gibi olmadığını söyler, çevresindeki herkes ona sen bu işe karışma der gibi bakar, hali tavrı hep dışlanmış biri gibidir. Ne de olsa o ailenin yanında kalmaktansa kendi doğrusunun peşinde koşturmuş bir isyankârdır. Ne zaman ki babasını yaralı yattığı hastaneden sadece aklını kullanarak bir başına kurtardığında o zaman Mike kaçınılmaz olana ilk adımını atmış olur. Geride bıraktığı sevgilisine hiçbir söz verememiştir ve haklı da çıkar, daha o geceden, sevgilisinin yıllar boyunca göremeyeceği bir tehlikenin içinde bulur kendisini. Peki Mike, ailenin en pis işini bir anda neden üstlenmek zorunda hissetmiştir? Ailesine olan saygısından mı? Babasına sevgisinden mi? Kendini kanıtlamak mı? Bu sorunun cevabı filmde biraz muğlâk. Benim fikrim Mike’ın kibrine yenildiğidir. Mike sonradan görüleceği gibi akıl almaz derecede zeki/kurnaz ve soğukkanlı bir karakterdir. Ablasının suratına bağıracağı gibi son derece acımasızdır da. Babasının sonradan maçoların mottosu olacak öğüdünü dinler, kadınlar ve çocukların dikkatsiz olmaya hakkı vardır ancak erkeklerin asla. Ailenin sonraki liderliği için ablasının lafı bırakın geçmesini akıllara bile gelmez. Ancak sonuç ortadadır, çilekeş annenin iki oğlu da ecelleriyle ölmez ve daha fenası içlerinden birinin katili kardeşidir. Aileyi korumak için her şeye katlandığına inan Mike serinin gerçek sonunda kendi ailesini bile bir arada tutamaz. Bu konuya biraz sonra döneceğim ancak şimdi serinin başına yeniden dönmek istiyorum. En baştaki düğünde aile fotoğrafı sahnesinde Mike sevgilisini davet eder poza, ki bu fotoğrafın çekimi kendisi geciktiği için bekletilmiştir, bu hem ailenin bir arada olmasına verilen önemi, hem de Mike’ın tüm duyarsızlığına rağmen kendisini halen ailenin bir parçası olarak gören Baba’nın inadını gösterir. Mike da buna cevap olarak sevgilisini de poza katar. Ailesine sormaz bile, onların onayını almak umurunda değildir. Önceden kazanmış olduğu özgürlüğü dolayısıyla kimsenin ona söyleyecek lafı da yoktur artık. Sonra bir gün aniden kimsenin beklemediği bir yüreklilikle babasını öldürmek isteyenleri kendi elleriyle öldürmeye karar verdiğinde de özgür seçimini yapmıştır. Bile isteye bu yola girmiştir, söz veremediği sevgilisinden yıllar boyu ayrı kalmış ve sürgünde evlenmiştir de hatta, yine de dönüp dolaşıp belki onun için modernitenin tek temsilcisi olan öğretmen sevgilisinin karşısına çıkar.

Bu noktada Mike ile Kay ilişkisine daha yakından bakmak isterim. Mike geleneklerine bağlı bir ailenin, özgürlüğünü ilan etmiş üyesidir. Kay ise düzenin yolundan gitmiş bir ailenin modern yöntemlerle büyütülmüş öğretmen kızıdır.(nedense filmde Kay’in ailesi hakkında hiçbir bilgi yer almaz, ne de olsa kadınlar yoktur bu dünyada) Peki kim kime âşıktır? Yıllar boyu onu arayıp sormayan bir erkeğin, yalanlarına rağmen eşi olmayı kabul etmiş Kay mi, gitgide mutlak gücün etkisi altında egosu şişmekte olan ve daha makul bir eş adayı ile evlenme serbestliği içinde olmasına rağmen eski sevgilisine dönen Mike mı? Kestirmek zor, çünkü Mike hep kapalıdır. Öfkesinde de, şefkatinde de. Kay çocukları için eve döndüğünde suratına kapıyı kapatacak kadar da kindardır. Ancak tüm bunları yaparken bile neler hissettiğini söylemek zor. Kay ise çabalar. İnanmaya ve çaba göstermeye hep hazırdır. Ama o kadar çok kandırılır ki. Yönetmenin bir bakış açısına göre çocuğunu aldırdığı için Kay’i sorumsuz gösterme çabası içinde olduğu söylenebilir ancak bence asıl vurgulanan yalnız bırakılmış eşin çaresizliğidir. Sürekli yalanlarla oyalandırılan, düzene uyma vaatiyle yılları tüketilen bir anneden böyle bir eşe yeni bir çocuk vermesi beklenebilir mi? Kay aslında Mike’tan güçlü olduğunu boşandıktan sonra anlar ve üçüncü filmde eski kocasına da gösterir bunu. Başından beri Mike’a duyduğu aşk için yeterince sabır göstermiştir ancak karşılık görmeyen her çaba eninde sonunda yok olmaya mahkûmdur. Mike için ise içinde kendini bulduğu dünyanın meseleleri o kadar ölümcüldür ki aşk belki de en son aklına gelir, yıllar sonra sürgün edildiği toprakları ziyaretinde. Filmi izlediğim kerelerde bazen Mike’a hak verdim, bazen Kay için üzüldüm, bazen Mike’a çok kızdım, bazen Kay’i suçladım. Sanırım bu gelgitli yargılarım film karakterlerinin de yaşadıkları çıkmazın sapalarını oluşturuyor. En acısı ise Mike, Kay’e verdiği hiçbir sözü tutamadan ölüyor. Güçlü görünen, böyle olduğu iddiasıyla örnek gösterilen, hatta efsaneye dönüşmüş bir adam için hazin bir son.

En büyük kardeş Sonny de ilgi çekici bir karakterdir. Tüm öfkesi ve bitmez gibi görünen kudretiyle Baba’nın öncelikli veliahdıdır. Ne yazık ki babasından alması gereken zeka ve sakinliğini koruma becerisinden yoksundur. Sürekli fevri karar verir ve kararlarını çokça geri alır, consigliari’den akıl alır ve genelde başkalarının doğrularını uygular. Kaba kuvvet yanlısıdır ama uyguladığı şiddet her seferinde misliyle geri döner kendisine. Sonu da bu yüzden korkunç bir şekilde resmedilmiştir. Serinin en vahşi sahnesidir katliamı. Mafyanın insanlıktan çıkması en iyi bu sahnede gösterilir belki de. Ailenin en gelenekselci üyesidir ancak öte yandan karısını sıkça aldatarak kendi ailesine karşı da saygısızdır, babadan sıkça azar işitir bu yüzden. İlk çocuk olduğundan omuzlarındaki sorumluluğu taşımaktan hatalar yapar, kız kardeşini korumaya çalışırken tuzağa düşer ve kendi sonunu hazırlar. Karakteri Baba’nın ateşli ağabeyinden izler taşır. Yazık ki ikisinin de ömrü uzun olmaz. Caan rol için biçilmiş kaftandır. O da bu doğru seçime uygun olarak tüm yeteneklerini sergiler.

Baba filmleri üzerine sayfalarca yazabileceğimiz, saatlerce konuşabileceğimiz zenginlikte. Eninde sonunda herkesin çıkarımı da kendine. Her izleyişte de değişecektir muhakkak bu çıkarım ancak filmlerin eskimeyeceği değişmez bir gerçek olarak hep kalacaktır. Erkeklerin kendilerine farklı bir açıdan bakmaları, kadınların da erkeklerin dünyalarını bir erkeğin gözüyle gözlemleyebilmeleri için bu unutulmaz seri yıllar boyu izlenecek.


Ödül
İlk film en iyi film, senaryo, erkek oyuncu(Brando); ikinci film ise en iyi film, yönetmen, yardımcı erkek oyuncu(De Niro), senaryo, müzik ve sanat yönetimi Oscar’larını toplamıştır. İlk film aynı zamanda müzikleriyle de Altın Küre almıştır. Bunun dışında da birçok festivalden düzinelerce ödüle layık görülmüştür seri. Dikkatimi çeken ödüllerin verildiği kurumlardaki Anglosakson yoğunluğu. Nedense zamanında öteki dünyada popüler zeminde yarattığı ilgi ödüllere yansımamış.

Yıllar Sonra
Seri tam bir popüler kültür ikonu oldu. Sayısız göndermeye maruz kaldı. Yıllar içinde değeri daha da arttı ve günümüzde fetişist listelerin(benimki gibi) baş tacı olmaya devam ediyor. Birçok hayran üçüncü filmin görece başarısızlığına rağmen halen umutla yeni bir film beklemekte serinin yaratıcılarından.

Coppola, başarılı kariyerine seri boyunca ve sonrasında da Dracula, Rumble Fish, Apocalypse Now, The Conversation gibi filmlerle devam etti. Son yıllarda bir yaratıcılık krizine girdiği gözlense de tarihteki yeri hazır.

Pacino, sonuna kadar hak ettiği Oscar’ına 7 adaylık sonrası Kadın Kokusu filmindeki performansıyla ulaştı. Seri, özellikle Pacino’nun kariyerinin çıkışını sağladı, karanlık bir dönem yaşamasına rağmen kendini toparlamasını bildi ve günümüzün en saygın oyuncularından biri olarak yakın zamanda yaşadığım şehri de ziyaret etmeyi planlıyor. Kendisini imkan olursa sahnede izlemek ayrı bir zevk olacak.

Brando, seriden kazandığı Oscar’ı çakma bir Amerikan yerlisine aldırdı, tavrını/şovunu gösterdi yine. Bence az ama öz bir kariyeri oldu. Kötü yaşlandı.

De Niro, nedense seriye tam ait olamadı bir türlü, oysa çok önemli bir rolü vardı seride ve performansı neredeyse Brando seviyesindeydi. Zaten kendisi, serinin dışında da devasa bir kariyere sahip bir efsaneydi hep.

Nino Rota’nın yarattığı tınılar belki filmden bile daha popüler oldu. Neredeyse popüler kültürün bir halk ezgisine dönüştü.

Duvall, Caan, Keaton ve diğer tüm oyuncular serinin de başarısıyla kariyerlerinde hep saygı duyulan oyuncular oldu. Özellikle İtalyan oyuncular sonraki mafya filmlerinin de aranan yüzleri oldu.

Son olarak her şeyin yaratıcısı Mario Puzo’dan bahsetmek isterim. New York doğumlu usta, yazdığı romanlar içinde en az sevdiği Baba serisi ile herkesin aklında kalmıştır. Sicilyalı, Son Don(Türkçesi komikmiş), Omerta gibi kitaplarıyla ve birçok film senaryosuyla da tanınır. Seriye yeni bir hikaye yazmayan başlamışken 1999 senesinde aramızdan ayrılması vakitsizdir. Umarım gittiği yerde yazdıklarından daha çok huzura kavuşmuştur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder