kim?

yaşamayanbilir

10 Haziran 2013 Pazartesi

bir sabah parkta ansızın




Dün gece saat bir civarıydı sanırım. Uzaklardan mesaj geldi ve hiç tanımadığım bir gencin polis kurşunuyla yaralandığını öğrendim. Gerçek mermi, gerçek bir yaralanma. Öyle bir gece, öyle bir bilgi kirlenmesi yaşıyorduk ki her duyduğumuza inanmak zordu ama bu mesaj tanıdığım birindendi. Gencin durumu kritikmiş ve kafasına isabet eden kurşunun beynine kalıcı bir zarar vermiş olmasından korkuluyordu. Uzandığım yerde kaldım. Uzandığıma utandım ve doğrulup başımı ellerimin arasına aldım. Bir şeyler söylemek istedim ama kelimeler ağzımda anlamını yitirdi. Daha doğrudan bir yolu tercih edip küfrettim. Bir haftadır olanların özeti bu küfürde saklıydı.

Dinle hesaplaşmam uzun yıllar önce bitmişti. Basit bir açıklamayla bitirmiştim ilahi tartışmayı, inanmak gönül işiydi akıl değil, içimden gelmediği sürece inanmayacaktım. O gün bugündür varsa eğer içimde yeşerecek böyle bir inanç bekliyorum ama bugüne kadar gerçekleşmeyen bugünden sonra ne değişirse gerçekleşecek bilmiyorum, beklemeyi, bilmeyi, evet dürüst olmam gerekirse ummayı bile bıraktım. İnançsız olmam ne cesaretimi azalttı ne de yaşamaya olan arzuma etki etti. Ahlaki sorulara da nasıl düşünüyorsam öyle cevap verdim. Mümkün olduğunca tutarlı olmaya çalıştım. Kendime koyduğum en büyük ahlaki şart bu oldu sanırım, tutarlı olmak. Ama biliyorum ki her zaman bu dirayeti gösteremedim, çeşitli nedenlerden ötürü hayatta kalmak ya da istediğim hayatı sürdürmek adına zaman zaman kendimle çeliştim. Fark ettiğimde kendimden utandım ve tekrarlamamaya söz verdim ama bir söz ne kadar geçerli olabilir ki? İnsan kendine verdiği sözleri hangi koşullara dek sürdürebilir? Direnebildiği noktaya kadar. İşte bence ortaya çıkan, haftalardır meydanları dolduranların direnç noktasıdır. Kendilerine ve başkalarına verdikleri sözleri yuta yuta şiştiler, hiç tanımadıkları insanların uğradıkları şiddeti görünce de patladılar. O insanları tanımıyor olabilirlerdi ama çektikleri zülüm ortaktı. Onlar olayın içinde olup gazı solumak, kapsülü kafaya yemeyi tercih etmişlerdi, diğerleriyse rahat evlerinde olanları takip etmeyi. Ancak iki taraf da aynı ıstırabı farklı şekillerde çekiyorlardı, haksızlığa uğruyor olmanın acı hissi. Öyleyse ne olmuştu da mutlu mesut evlerinde dizi izlemeleri beklenen kitle sokaklara bariyer inşa etmeye dökülmüştü?

Olan biteni anlamaya çalıştıkça zihnimin geriye sarmasına engel olamıyorum. Sanki geçmişte bir yerlerde saklı gizemi çözersem her şey aydınlanacak.

Henüz ortaokulda tanıştığım imanlı kimselerin ilk tespit ettiğim özellikleri sinsilikleriydi. Yardımseverlikleri doğal değildi. Bir hesap peşinde olduklarından hep şüpheleniyordum ama bir şey bildiğim de yoktu. Uzak durdum. Bu pek ideolojik bir tercih değildi, inancımın yoksunluğun farkındaydım ama onlardan bu sebeple farklı olduğuma inanmıyordum. Daha çok samimiyetlerinden şüphe ettiğim için bana itici geliyorlardı. Belki okumayı sevdiğimden dolayı dünyayı daha sahici bir mecra olarak hayal ediyordum. O zamanlar okuduklarım umut doluydu ya da her okuduğumdan pembe hayaller çıkaran bendim. Büyüdükçe okuduklarım pek değişmedi ama satır aralarını fark ettim. Zamanla umudun renginin her zaman pembe olmadığını, hatta neredeyse hiç olmadığını, mücadele etmediğin sürece kimsenin hayallerini önüne sermeyeceğini keşfettim. Umudun rengi olsa olsa bulut rengi olabilirdi. Varacağın noktaya yaklaştıkça açılan bir gri.
Büyüdüm, benle beraber iman sahipleri de. Onları bilmem ama ben çokça hayal kırıklığına uğradım, yenildim, baştan başladım, düşler kurdum, bazılarının peşinden gittim, bazılarını sahipsiz bıraktım, âşık oldum, acı çektim, çektirdim, çok mutlu olduğum anlar veya yataktan kalmak istemediğim günler oldu, insanlara güvendim, aldattım, aldandım, yeri geldi bağırmak istedim, bazen korktum, bazen umurumda değildi, öfkelendim, kırıldım, eğlendim, eğlendirdim ve ne olursa olsun her zaman aklımın bir köşesinde insanların kahkahalarını sakladım. Sıkıldıkça onları hatırladım. Sonra çevremdekilerin büyümelerini izledim. Yaşadığım ülkeyle birlikte değişiyorlardı. Tek değişmeyen sinsilikleriydi. Kullandıkları kelimelerin sözlük anlamları pek yüceydi, keramet doluydu, saygı duymamak elde değil, gel gör ki sanki bu anlamların farkında değillermiş gibi davranıyorlardı. Herkes hoşgörüden bahsediyordu, güzel bir kelime, öyle ama hoşgörünün zihinlerdeki imgesi karşılıklı duran cami ve kilise tabularıydı. Benim tabuma sen de saygı duy! Farklılıklar bundan ibaret değildi ki! İnanç çeşitliliğinden bahsetmiyorum sadece, tüm dinlerin kurumlarına saygı duyulmalı elbet ama bu saygı inanmayanların veya inancı seninkinden farklı olanın yaşama alanlarına müdahale hakkı doğurmaz, doğurmamalı.

Başörtüsü imanın gereğiyse ve saygı gösterilmesi gerekiyorsa, çıplaklık da başka bir inancın gereği olabilir ve saygı gösterilmelidir. Ama öpüşmeye bile tahammül edemeyen bir zihniyet hangi özgürlükten bahsedebilir ki? Özgürlükler dinin dogmatik kuralları çerçevesinde çizilmez, toplumun sözde geleneksel değerleri çerçevesinde de. Tek kısıt konabilir o da başka özgürlüklerin kısıtlanması durumu. Elbette bu yargı da işine geldiği gibi çekilemez, benim çıplak gezme özgürlüğüm bir başkasının çıplak insan görmeme özgürlüğüyle çelişmez aslında, ikincisi özgürlüğün değil kısıtlamanın tanımıdır. Peki bu kısıtlamalar nasıl belirlenebilir? Hali hazırda işleyen tek yol toplumsal sözleşmeler. A bölgesindeki özgürlük B bölgesinde yasak olabilir mi? Buna o bölgelerde yaşayan ortak bilinç karar verebilir ancak. Mesele bu ortak bilinci yaratabilmek. Örnekse, ülkemde kabul edilmiş ortak bilinç sokaklarda çıplak gezmeyi ayıplar. Ama bölgeye göre de değişir çıplaklığın ölçüsü. Neredeyse herkes bilir bunu, kanıksamıştır bu kısıtı ve ona göre özgürlüklerini kullanır. Bana göre herkes istediği gibi giyinmeli ve bu hak için mücadele edilmelidir sonuna dek, ancak çıplaklık özgürlüğü elde edilene dek provakatif eylemlerin dışında metroda çırılçıplak gezinmek, evet, kabul etmesi ne kadar zor olsa da diğerlerinin çıplak insan görmeme özgürlüklerinin ihlaldir. Özgürlüklerden bahsederken ister istemez hakları anlatmış oluyoruz. Bu iki kavram kolaylıkla birbirinin yerini alabiliyor, toplumsal yaşamdan bahsederken. Bence en keskin ayrım şu, özgürlükler canlıların doğuştan sahip olduklarıdır, haklar ise beraber yaşamanın getirdiği kısıtlardır. Alkollü içecek tüketmek bir özgürlüktür. Kuralları Müslümanlar tarafından belirlenmiş bir toplumla birlikte yaşamak zorundaysan veya bunu bilinçli olarak tercih etmişsen, alkollü içecek tüketme özgürlüğün yazılı yazısız kurallarla kısıtlanır ve aniden hakka dönüşür. Ve haklar mücadele edilmeden verilmiyor maalesef. Koca koca laflarla ifade etmek gerekirse, insanlık o bilince erişmedi henüz.

Özgürlüklerimizi koruma altına alacak haklarımız için mücadele etmek gerekiyor. Sorun şu ki, en azından güncel sorunumuz bu, daha önceden elde edilmiş hakların da sürekli olacağının bir garantisi yok. O hakları kaybetmemek için de hep tetikte olmak gerekiyor ve bugün olan biten de bunun mücadelesi bence. Penceremden gördüğüm bu, mümkün olduğunca serbest büyütülmüş bir nesil açık havada bira içme özgürlüğü için mücadele ediyor. Biliyor ki ya da sezinliyor ki bugün bu mücadeleyi vermezse yarın kendi evinde, kendine özel odasında bile bira içme özgürlüğünün elinden alınması tehlikesi mevcut. Sonuçta herkes bilir ki, alkol sağlığa zararlıdır. Bu masum bilgi kolaylıkla birileri için baskı mottosu olabilir. Her şey sağlığımız için yapıldığı sürece kim kime karşı çıkabilir ki?

Benim anlamaya çalıştığım kişilerse parktakiler değil. Onları ezip geçmek isteyenler. Bu kişilerin kaçıyla aynı sıralarda okudum, kaçıyla sınavlarda kağıt değiştirdim, kaçından çalım yedim, kaçıyla aynı filmlere güldüm. Beraber sınavlara çalıştığımız günlerden bu günlere geldik. Önümde namaz kılarken akıllarından geçen böyle bir gelecek miydi? Gün gelecek ve onlarla aynı kutsala inanmayan herkesin hizaya sokulacağı bir ülke mi düşlüyorlardı? Belki bu da onların ütopyasıdır ve eminim yaptıklarının eninde sonunda iyiliğimiz için, bu dünyada olmazsa öteki dünyada mutlaka, olduğundan şüphe etmiyorlardır. Diyelim öyle, tanık olduğumuz şiddete, haksızlıklara, öfkeye ne diyeceğiz, gözlerimizi mi kapatmalıyız? Hepimiz sevdiğimiz, güvendiğimiz, bildiğimiz kanallardan mı takip edelim gündemi? Böyle yaparsak görmek istemediklerimiz bizi yalnız mı bırakacaklar?

Benim şahit olduğum ve en çok hissettiğim, yoğun bir öfke. Kimse o artık, ötekine duyulan korkunç bir yok etme arzusu. Kelimelere bile tahammülümüz yok. Onları nasıl yazdığımız, kullandığımız eski tabirler, yabancı dillerden gelen ifadeler, gerici diye nitelediğimiz sözler, modern olmaktan ne anlıyorsak ona yakıştırdıklarımız, inançsız olmaya dair ahlaki önyargılar ve karşı cins ile üçüncü cins hakkındaki acınası bilgisizliğimiz, her biri yok etme arzumuza ayrı ayrı neden olabilir. Pek kıymetli başlarbaşımızın işaret ettiği, camiye ayakkabıyla girip içki içme iftirası, bu eylemi gerçekleştirenlerin infazına hafifletici sebep sayılıyor maalesef. Kimse cinayeti savunmuyor, o açıdan bakıldığım hepimiz pek masumuz, ancak çoğu kişi şunu kabul ediyor; kutsala diz uzatmanın cezası olmalı ve bu ceza hem ibretlik olmalı hem de inançlıların içlerini rahat ettirecek karşılıkta olmalı. Kutsal mekâna girenlerin sebepleri, canlarını kurtarmakla ilgili bile olsa, önemsiz bir detay. Kimsenin tartışmasına değmez. Canilerle aradaki farkın eridiği zemin burası. Onların sebebi kabul edilmiyor ama gel gör ki senin sebebin yeterince ulviyse kimse tartışmıyor bile.

Buradan geldiğimiz nokta da şu, bugün kimse özgürlüklerimize saygı duyup nasıl beraber yaşayacağımızı tartışmıyor, demokrasi adı altında matematiksel kati çoğunluk esas alınarak, kimin kime neyi hükmedebileceği tartışılıyor. Güç kapma yarışı. Kılıcı saplandığı yerden söküp çıkarabilen onu ne için ve kimin için kullanacağına da karar veriyor. Kılıç elinde olduğu sürece etrafındakilerin çoğu arkasında durmayı tercih ediyor. Kalanlarsa safları bozmamaya dikkat ediyor. Çünkü hepsi biliyor ki birlikte oldukları sürece direnebiliyorlar.

Not: Yazıya geçen hafta pazartesi başlayıp bugün bitirdim. Dolayısıyla zamanda kırılma mevcut.