kim?

yaşamayanbilir

27 Ekim 2011 Perşembe

Sayıların diline direnmek



Oldum olası matematiği pek severim. Çocukluğum boyunca dünyayı hep matematik ile anlamaya çalıştım. Özellikle aritmetik favorimdi. Gördüğüm her sayıyı anlamlandırmaya çalışırdım, asal mı, kaç tane böleni var, kendisini oluşturan rakamlar ile özel bir ilişkisi var mı gibi sorularla zihnimi oyalardım. Bazen endişe verici olurdu bu tutkum ama zararsız bir alışkanlık olarak içimde kaldı yıllar boyu. Bir süredir sayılar sadece öfke ve akabinde karamsarlık duygularını canlandırıyor içimde. Neredeyse nefret ediyorum artık sayılardan ve dilinden.

Hiçbir zaman yaşadığım topraklar uğruna ölecek kadar bağlı hissetmedim kendimi memleketime. Bu belki bir kusurumdu bilmem ama buna rağmen hiç bu zamanlar olduğu kadar terk etmeyi de düşünmemiştim ülkeyi. Terk etmek yenilgiyi kabullenmektir derler, haklıdırlar ama ben yine de terk etmeyi hep daha romantik bir eylem olarak düşlemiştim. İçinde gizli bir geri dönme arzusu barındıran, şarkılarda dramlaştırılan, bir kızgınlık anının sonucu gelen, özgürlüğe kaçış yanılgısıydı benim için terk etmek. Terk edersin ve kurtulmuşsundur sonunda ama çok değil kısa bir zaman sonra gerçekten kaçamadığın çıkar içinden ve geri dönersin. Ne yazık ki artık, gerçek terk etme arzusunun ne demek olduğunun farkına vardım. Yanılmış olan bendim, terk etmek romantik olmaktan çok uzak kupkuru ve sıkıcı bir duyguymuş. Elinden gelen tek şey bu ve bu duyguya kapıldıktan sonra kalmak sadece cesaretinle ilgili başka hiçbir şey ile değil. Terk edemediğin sürece korkak biri olarak yaşamayı da kabulleniyorsun.

Geçen hafta başında yeniden başlatılmış kirli savaş, ikiyüzlü hâkim medyaya kepenk kapattıracak kadar can aldı. Sayılar üzerinden yürüyen stratejisi gereği akabinde sahtekar bir yas ve akıldan yoksun bir feryat figan, intikam çağrıları başlatıldı. Hakim medyanın hakim takipçileri sidik yarıştırdıkları yeni sosyal duvarlarında üzerlerine düşeni yapıp copy paste protestolarını paylaştılar birbirleriyle hemen. Kullanılan dilin sertleşmesi ve daha da aptallaşmasının dışında değişen bir şey yoktu yazık ki. 30 sene önceki, anne-babalarının basmakalıp, işe yaramaz sözlerini tekrarlamak nedense bazılarına halen vatandaşlık görevlerini yerine getirdiklerini düşündürüyor. Oysa üyesi olduğumuz devletin bir vatandaşı olarak öncelikli görevimiz neden yaşama hakkımızın elimizden alındığını sorgulamak olmalı.

Neden birileri isyan ediyor kurduğumuz devlete ve adam öldürmek kadar ileri gidiyor? Bunu gerçekten merak edip araştıran ama tek taraflı değil tüm kaynaklardan araştıran kaç kişi acaba? Herkes kendi doğrusunu söyleyecektir sana ve sen herkesi dinlemeden kendi doğrunu nasıl bulabilirsin ki? Bir vatandaş olarak en başta benim bu özgürlüğüm engellenmemeli. İstersem gidip en şiddet yanlısı karşı görüşü bile okuma, öğrenme hakkım olmalı. Oysa yıllarca kitaplar, dergiler, gazeteler yasaklandı/bombalandı bu ülkede ve devam ediyor aynı yasaklar, daha yakın zamanda ANF’ye giren birisi hakkında suç duyurusunda bulunuldu. Karşı görüşün araştırılmasından bu kadar korkan bir zihniyetin bir şeyler saklamaya çalıştığı aşikar değil mi?

Peki gerçekler neler? Tek yazabileceğim kendi gerçeklerim, bildiğim gerçekler, bilmediklerim hakkında da sadece tahmin yürütebilirim. O zaman ilkinden başlayalım. İlla bir etnik kökenden bahsedeceksek; hayatımda gitmediğim Orta Asya’dan gelmiş, ne masalını dinlediğim, ne düğününe katılmış olduğum, bambaşka bir kültüre sahip bir ırktan çok içinde doğduğum dünyada herkesin dilini konuştuğu, şarkılarını söylediği, ağıtlarını çığırdığı, annelerinden öğrendiği yemekleri yaptığı, her şeyiyle kendine has bir ırka daha yakın hissediyorum kendimi. Bu benim doğarken sahip olduğum, sahip olmaktan dolayı da mutluluk duyduğum, yeri gelince de gurur duyduğum son derece doğal bir özelliğim. Bunun değişmesi mümkün değil ki, değişmesi demek kendimi bir makine gibi yeniden programlamak gibi bir şey ve bu fantezi sadece bilim kurguların gerçeği. Peki o zaman okumayı öğrenir öğrenmez neden Türk’üm, doğruyum… diye bağırttılar bana? Avazım çıktığım kadar bağırırsam öyle mi olacağım sandılar acaba? Benim gibi milyonlarca insan var ve hiç de kendilerini Türk gibi hissetmiyorlar, çoğu doğru düzgün Türkçe bile konuşamıyor, hatta bazıları hiç konuşamıyor zaten, şimdi hangi devlet varlık sebebi olduğu vatandaşına ana dilini, bildiği tek dili yasaklayabilir? Hadi bunun teknik saçmalığını bir kenara bırakalım, mantığı nedir acaba? Kültürlerin tek tipleşmesinin, tek ulus, tek bayrak eşittir güçlü devlet formülüne mi götüreceğine inanılmış?

Yetkin olmadığın konularda çok konuşmayı sevmem ve ne yazık ki adam akıllı bildiğim tek dil olan Türkçede konunun tarihsel geçmişi ile ilgili yazılmış kitaplar ya çok taraflı, tarafsız olanlara da ulaşmak zor. Yine de bu mazeret değil, isteyince her şeye ulaşabiliyorsunuz artık ama ben işin tarihsel yanını da merak etmiyorum açıkçası. Ne olmuşsa olmuş bitmiş ve mevcut duruma bakıldığında halen yapılması gereken bir dolu iş olduğu görülüyor ve artık zamanımızda, eskinin çürümüş gitmiş formüllerinde değil, yüzyılımızda bu işin nasıl yürüyeceğini düşünmemiz gerek.

Benim düşünceme göre önümüzdeki en büyük engeli aşmak öncelikli olarak siyasi değil, şimdiye kadar sürdürülen en büyük yalanı kabullenmekten geçiyor. Ne yazık ki yaşamış olduğumuz ülkede bir ırk ayrımcılığı yapıldı ve toplumun aykırı bir kesimi dışarıda bırakıldı, bu kesime sempati duyanların bazıları yozlaştırıldı ve diğer bir kesimi de dışarıda kalanlara düşman edildi. Çoğunluk ise korkuyla sindirildi Bunu yapanlar dışımızdan değil, içimizdendi, hem de en yakınımızdan. Son yaşanan Van depremi felaketinden sonra yine boyalar aktı, ayrım ortaya çıktı. Bu derin kırığı iyileştirmek tek başına politikacıların yapabileceği bir iş değil, ki öyle olsa da bizim payımıza düşenlerin bunu başaracaklarına inanmak onlardan daha aptal konumuna düşürür bizi. Bu fay kırığını onarmanın yolu yok. Kırılmış kemiğin kaynamasını beklersiniz bazen ama bazen de protez kullanmak zorunda kalırsınız. En kötüsü ise aşırı kanamadan ölmektir. Bence durum aşırı kanama aşamasında ve kanamayı önlemek sadece bizlerin elinde, kafamızdaki ırkçı önyargılardan kurtulmakla başlayabiliriz işe. Bu bile sadece korkarım protez kullanma seçeneği verecek elimize. Karamsar olmak bir işe yaramaz ama benim görebildiğim gerçek bu, umarım yanılırım.

Peki protez kullanarak ne elde edilebilir? Yapay bir birliktelik oluşturulabilir mesela, kuralları belli, çıkar birliğine dayalı bir örgütlenme. Tek millet, tek devlet kavramından vazgeçilir, tek milliyet ortak devlete geçilebilir mesela. Ve milliyetin tanımında herhangi bir etnik unsura gönderme yapılmaz, vatandaşlık kavramı öne çıkartılır. Artık şunun da kabul edilmesi gerekir; bir zamanlar birleştirici bir unsur olarak ortaya çıkartılmış Türk kelimesi ne yazık ki görevini yapamamıştır. Bu gerçeği anlamak için daha fazla insanın ölmesi sadece cinayettir.

Yıllar önce futbolla ilgili bir web sitesinde milli takım hakkında bir yazı yazmıştım. Yazıda özetle milli takımın tüm ülke tarafından sahiplenebilmesi için bütün milli unsurların özgürce seslendirilebildiği bir yer olması gerektiği, misal neden bir a milli futbolcu ben Kürt’üm ancak milli takım için oynamaktan gurur duyuyorum diyemiyor diye sormuştum. Aldığım tepkiler epey şiddetli ve çeşitliydi, yazık ki mikro milliyetçi olmakla bile suçlanmıştım, ancak şimdi aynı savı tekrar yinelemem gerektiğini düşünüyorum. Ülkemizde yaşayanların tamamının ortak milli değerleri sahiplenmesi ancak ve ancak çeşitlilik ile mümkündür. Etnik unsura gönderme yapılmış bir milliyetçilik tanımıyla da amaçlanan ortaklık duygusu oluşturulamaz. Bunun kabul edilmesi için kaç kişinin daha ölmesi gerekiyor?

Bazı intikamdan gözü dönmüş manyaklar halen kelle avcılığı peşinde ölüleri sayıp manşetlere taşımaya devam ediyorlar, kana doymaz bu vampirlerin açlıklarını gidermesi gereken bir gerçeği büyük harflerle yazmak isterim, İNTİKAMINIZ ALINDI, şerefli ve kudretli ordu kayıplarının yerine misliyle can aldı, her “şehidin” karşılığında belki iki katı ölü sayısı var karşı taraftan ve matematik görevini yaptı, rahat uyuyabilirsiniz. Kötü haberse şu kirli savaş devam ediyor ve kudretli ordu bu savaşı bitiremiyor. Çünkü bu karşılıklı iki ordunun savaşı değil tek bir devletin kendini yiyip bitirmeye çalışması, başka bir şey değil. Komşu bir ülkenin toprağına bayrak çekmekle de bir şey kazanmış olmuyorsunuz, ne o toprakları sahiplenmiş oluyorsunuz, ne de o topraklarda yaşayan insanları.

Diyelim ki Kuzey Irak tamamıyla ay yıldız ile donatıldı, bütün dağlardaki kamplar imha edildi ve topraklar üzerinde tam kontrol sağlandı, ne olacak sanılıyor? Eylemlerin sona ereceği mi? Bu sadece karşı örgütü strateji değişikliğine götürür. Kendisini var eden sebeplerin var olduğuna inanan insanlar olduğu sürece eylemler farklı biçimlerde, belki de daha da ölümcül bir şekilde devam edecektir. Bu eylemleri engellemek bir güvenlik sorunudur ve bunun için alınması gereken önlemleri tamamen desteklerim ancak siz güvenlik önlemini kalabalık mekanlara giriş çıkışta üst baş aramasından, bu mekanlara tamamen ırkçı önyargılarla belirlediğiniz insanların girmesini yasaklamaya çevirirseniz bu iş güvenliği sağlamaktan çıkar, faşizmin bir çeşidi olur sadece. Bugün bizi yönetme iddiasında olanların da dönüp dolaşıp geldiği nokta da burası yazık ki. KCK üyesi şüphesiyle karşı görüşü merak etmiş, belki onlarla aynı fikri paylaşmış ancak silaha başvurmayı reddetmiş insanları kanıtsız yargısız tutuklayıp yıllarca hapishanelerde tutarsanız bu da güvenliğimizi sağlamaz. Sadece silahı tercih edenlere malzeme vermiş olursunuz. Burada kast edilen bir bombacıyı eyleminden önce korumuş, hazırlamış, sonra da saklamış kimseler değildir, bu kişiler silah kullanmamış ise de yardımcı olmuşlardır ve elbette yaptıkları sabit ise cezalandırılmalıdırlar ancak bir insana sayın dediğiniz için veya onun savunduğunu siz de savunduğunuz için onun suçuna ortak değilsinizdir. Kimse de sizin lafınızdan cesaretlenip silaha başvurmaz. Şimdiye kadar inatçı devletin en büyük hatası bence bu ikisini ayıramamak oldu. Düşünceyi, ifade özgürlüğünü yasakladığı ölçüde silahlı başkaldırının önünü açtı.

Daha önce defalarca tekrarlanmış sözleri yeniden gündeme getirmek değil amacım, konuyla biraz yakından ilgilenen herkesin eninde sonunda geldiği nokta aynı ancak benim dikkat çekmek istediğim Van’daki felaketin ardından yardım diye oraya gönderilen kutuların içinden ay yıldızlı bayraklar, tahta, taş, ırkçı mesajlar ve bir sürü başka kullanılamaz ıvır zıvır çıkması. Bu nefret bizi hiçbir yere götürmez. Ancak mevcut nefreti çoğaltır. O zaman işte basit matematik işlevsiz kalır. Çünkü matematiğin katı dünyasının dışında 2’nin karşılığı her zaman 2 değildir. Bazen 0 rakamının hepsinin üzerinde bir değeri olur.

26 Ekim 2011 Çarşamba

5 – The Godfather 1-2


1972-74 : Francis Ford Coppola

Tek cümleyle
Amerika’ya göç etmiş Sicilyalı bir kaçağın New York’ta kurduğu ailesinin büyüme hikâyesi

Ne zaman
1990 veya 1991 yılı içinde bir hafta sonu gecesi

Nerede
Batman’da, TV karşısında, TRT veya Magic Box kanalında.

Önemi
Erkeklerin dünyasının anayasası. Sanırım “you’ve got e-mail” filminde şöyle bir iddia geçiyordu; hayata dair her sorunun cevabı baba serisinde gizlidir. Filmleri ilk izlediğim yaşlarda bu iddiayı doğrulayacak bir cevap bulamamıştım ancak yıllar boyu tekrar tekrar izlediğimde her seferinde bir yenisiyle karşılaştım. Herhalde Baba filmlerini unutulmaz kılan en önemli unsur da bu zenginliğidir. Perdeden yansıyan görüntülerin kendi içimizdeki bir gerçeğe de işaret ettiğini hissederiz ve bu gerçek, insan olmanın özelinde bir erkek olarak doğmanın kişiyi kaçınılmaz felakete nasıl götürebileceğidir. Mesele erkek olmanın ötesinde erkek olarak doğmuş olmaktadır. Yeni doğan bir bebek olarak daha ilk andan itibaren cinsiyetin ön plana çıkartılmasıdır. Birçok okumanın yanında özellikle son izlemelerimde Baba filmlerinden çıkardığım okumalar hep bu temanın çevresinde dolandı. Bu da filmlerin neden erkekler tarafından daha çok sahiplendiğini anlamamızı sağlıyor. Yazık ki filmin en büyük eksikliği de tamamen olmasa da kadınları neredeyse yok saymasıdır. Bu yüzden film tek taraflı bir klasiktir bence.

İlk film “Amerika’ya inanıyorum” cümlesiyle açılır. Oldukça ironik bir açılış cümlesidir. Son izlememde tüm filmi yaşadığım topraklar üzerinden değerlendirmeye çalıştım ve buradan bakıldığında açılış cümlesi yeni bir anlam kazandı benim için. Ben Türkiye’ye inanıyor muyum? Neden inanmıyorum? Adalet sisteminden dolayı mı? Hayallerimi gerçekleştirmek için yanlış ülke olmasından dolayı mı? Yoksa yanlış hisseden ben miyim? Son günlerde inandığım zamanlar git gide yerini inanmadığım zamanlara bırakıyor ve tıpkı biraz sonra bahsedeceğim cenaze levazımcısı gibi adalet arayışı içindeyim. Umutsuz olan ise benim gidebileceğim kimse yok.

İlk cümleyi sarf eden karakter kendi halinde doğrulara inanmış bir cenaze levazımcısıdır. Düşler ülkesine gelip bir aile kurmuştur. Yetenekleri doğrultusunda bulduğu/yarattığı/tek yapabildiği iş koluyla ailesini geçindirmektedir. Buraya kadar Amerika hep onun yanındadır. Güvenli ve huzur içinde yaşayabilmesi için oluşturulmuş yasalara uyduğu sürece kimseye muhtaç değildir. Ancak hayatı düşlerini gerçekleştirebilmekten ibaret değildir. Geldiği yerden kendisine miras kalmış bir onur/şeref duygusuna da sahiptir ve belki de en yüksekte tuttuğu bu duygudur. İşte bu duyguyu Amerika garanti altına alamaz. Çünkü Amerika’nın kişiye özel bir şeref kavramı yoktur. Hatta genel bir şeref kavramıyla da işi yoktur. Bu soyut kavramın güvencesi somutlaştırılamadığı için veya somutlaştırılabilmiş hali toplumun her kesimini aynı şekilde tatmin etmediği için koruma altına alınamaz. Bu yüzdendir ki cenaze levazımcının kızı İtalyan olmayan bir çift Amerikalı erkek tarafından tacize uğrayıp, dayak yediğinde, yüzü darmadağın olduğunda, Amerika’nın verebileceği karşılık babayı tatmin etmez. Baba en değer verdiği varlığına dair en çok önemsediği duyguyu, şerefini kaybettiğine inanmaktadır. Bunun karşılığı kesindir, onu kendisinden alanların canlarının alınması. Çünkü babaya göre kızının hayatı sona ermiştir ve suçlular aynı şekilde cezalandırılmalıdır. Ancak medeni hiçbir yasada bu suçun karşılığı ölüm değildir. Medeniyetin matematiği basittir, ki Marlon Brando çok güzel ifade eder bunu, benden para için cinayet işlememi istiyorsun ancak kızın halen hayatta. Medeni toplumlar şeref kavramına yaşama hakkından daha fazla değer vermez. Onlar için esas olan bireyin hayatta kalmasıdır. Bireyin yaşayacağı hayatın şekli veya biçimsel değeri onu ilgilendirmez, çünkü ona göre her birey kendi yaşamından sorumludur ve bunu kendi değer yargılarına göre nasıl yaşayacağı sadece ona bağlıdır. Tecavüze uğramış genç bir kızın yaşama devam etmemesi için bir sebep yoktur. Tek yapması gereken üstesinden gelmek ve olayın kendisini güçlendirdiğini düşünmek. İşte bu noktada modern dünyaya isyan edenler şeref, onur, aile gururu gibi kavramları baş tacı etmiş ve bu değerler uğruna ölümü önemsemeyen geri kalmış topluluklardır. Genellikle de modernleşme yolundadırlar. Yolun başında olduklarından veya bir türlü yola girmeyi beceremediklerinden dolayı ölümüne savundukları değerleri her şeyin önüne koymaya devam ederler. Baba filmleri böyle bir ailenin destansı hikayesinin anlatımıdır.

Coppola’nın filmi çekerken tercih ettiği sükût altındır tarzı özellikle doruk noktası sahnelerde çok iyi işliyor. Baba’nın suikastı sahnesi mesela, o kadar sakin ilerliyor ki, insan gerçekte de böyle mi oluyor diye düşünmeden edemiyor. Gerçekten de hayatımızdaki dönüm noktaları genelde hiç haber vermeden ve yaşarken ne olduğunu anlamadan gelip geçer. Keza Pacino’nun satılık komiser ve uyuşturucu tacirini öldürdüğü sahne de öyle. Ani, kısacık süren ve sessiz bir sahne. Sahnenin hazırlığı ve sonrası çok daha uzun yer tutar filmde ve gerilim iyice tırmanmışken izleyiciyi şoka uğratarak duygusal boşalımını sağlar, sonrasını merak ettirmeye başlar. En zoru hep en az şeyin gösterildiği sahneleri çekmektir. Çünkü o en az şey o kadar ortadadır ki sürekli dikkatimizi çeker ve başka bir şey de olmadığı için tüm ilgimize maruz kalır. Görebileceğimiz bir falso tüm anın içine eder. Ondandır ki, böyle sahnelerde ve tüm filmde detaylar çok önemlidir. Kostüm, ses, müzik hepsi yerli yerindedir. Fazlası her şeyi berbat etmeye hazırdır.

Oyunculuklar ise oldukça ölçülüdür. Zaten oyuncu seçimi aşamasında birçok güçlük halledilmiştir. Bu da bana göre yönetmenin dirayeti sayesindedir. Özellikle Al Pacino konusundaki kararlığı takdir edilesidir, bugünden baktığımızda Michael Corleone karakterini farklı bir ismin canlandırması ihtimalini aklımıza bile getirmek istemiyorken, filmin ön yapım aşamasında bu ciddi bir ihtimaldi ve yönetmenin ısrarı sonucu filme dâhil edilmişti Pacino. Filmdeki tek abartılı oyunculuk Brando’ya aittir ve o da bunu hak etmektedir gerçekten de. Marlon Brando benim favori oyuncum değildir, ancak tarihteki yerini inkâr etmek küfürdür ve ağzıma yakışmaz. Birçoklarına göre en iyi performansını gösterdiği Baba filminde Brando, mafya babası tiplemesine yepyeni bir anlayış getirmiştir. Onu izlediğimizde eli kanlı bir katili değil de gerçek bir aile babasını izlediğimiz yanılgısına kapılırız ve filmin çok yerinde de bunu sürekli dile getirir kendisi de. İşlediği suçlar işinin parçasıdır ve tanrı onu mutlaka affedecektir. Devlet tarafından sağlanamamış bir adaletin şaşmaz temsilcisidir. Duvall, Caan, Keaton gibi diğer oyuncular da karakterlerini başarıyla canlandırıyorlar. Aslında her birinin oyunculuğu hakkında ve filmin atmosferi, genel yönetimi hakkında sayfalarca yazılabilir ancak ben filmde anlatılanlardan bahsetmek istiyorum daha çok.

Baba’ya suikast girişimi sahnesinde Fredo’nun beceriksizce silahını düşürüp iktidarını kaybettiği ve kaldırıma serilmiş babasına sarılıp ağlaması bana göre filmin en dokunaklı sahnesidir. Daha önceki bir sahnede Frank Sinatra tezahürü Johnny’e kız gibi ağladığı için köpüren baba öz oğlunu bu halde görmek istemezdi herhalde. Ancak için için de bilirdi böyle davranacağını. Hiç bahsedilmemişse de benim çıkardığım bir anlama göre Fredo gizli bir eşcinseldir ve Baba’dan o kadar çok korkmaktadır ki, değil bunu dile getirmek en ufak imasından bile hayatı boyunca kaçmıştır. İtiraf edemediği duygulardan dolayı hep başarısızlık duygusu içinde yaşamaya mahkûmdur. Bu başarısızlık duygusu gün gelir aslında hiç istemediği ya da bilinçaltında sürekli istediği kardeşinin ve ailesinin öldürülmesi planlarına suç ortağı olmaya kadar götürür kendisini. Erkek olmayı reddedemeyen, öte yandan beceremeyen de Fredo’nun sonu da böyle gelir zaten. En büyük günahı erkeklerin dünyasındaki en güçlü imge Baba’yı ve el üstünde tutulan aileyi yok etmeye çalışmasıdır. Micheal’ın gerçeği öğrendiği sahne korkunçtur, Pacino benzeri zor rastlanır bir oyunculukla suratında binbir duyguyu aynı anda gizler ve daha zoru bunu izleyiciye gösterir. Çelişki gibi görünen bu durum ancak filmlerde mümkündür çünkü izleyiciler olarak ancak biz Mike’ın neye tepki gösterdiğini biliriz ve suratındaki ifadeyi anlayabiliriz. Sinemanın gerçeklikten en büyük farkı budur ve benim de en bayıldığım yönüdür. Hayatta asla olamayacağım bir konumdayım film izlerken, tanrının yeri. Mike kardeşini asla affetmez ve hayatı boyunca pişman olma pahasına ikinci filmin sonunda ölüm emrini verir.

İkinci filmin sonu bence serinin gerçek sonudur. Sonrasında çevrilen üçüncü film iyi niyetli bir çabanın ötesine geçememiştir ne yazık ki. İkinci filmin sonunda izlediğim flashback seri hakkında ve bizim hakkımızda o kadar çok şey söyler ki. Baba’nın doğum günü için onu beklerken aile Mike’ın kararını tartışmaktadır ve bu karar kimse tarafından onaylanmamıştır. Mike her zaman aile işlerinden en uzak olan olmuştur ve eğitiminin sonunda ailesinin yanında kalmaktansa askere gitmek istemektedir. Suçu aile kurumunun üzerinde başka bir kavram geliştirmesidir, ülkesi. Doğduğu yer olmasına rağmen gerçek vatanı bile değildir Amerika ama Mike bu ülke için savaşmaya kararlıdır. Çünkü uğruna savaştığı asıl şey inancıdır. O da en baştaki cenaze levazımcısı gibi Amerika’ya, düzene, adalete, moderniteye inanmaktadır. Köklerini inkar etmeden bu ülkede makul bir hayat sürebileceğini düşünmektedir. Ailenin dışından birini sevmiştir, muhtemelen onla evlenme planları yapmaktadır ve tüm niyeti arada sırada ailesi ile de görüştüğü sıradan bir Amerikalı hayatı sürdürmektir. İlginç olan tüm ailesine ve en başta babasına karşı gelebilecek gücü kendinde bulabilmesidir. Bu yönüyle aslında daha o zamandan beri babasına en çok benzeyen olduğu ortadadır. Bence bundan dolayı babasının en sevdiği oğludur. Yine de bu sevgi oğlunun kararına saygı duymasına engel olmaz Baba’nın ve karşı yöndeki tüm beklentilere rağmen kararı kabullenir. Kapı çalar, Baba’dır gelen, masadaki herkes karşılamak için masadan kalkar gider, bir tek Mike kalır masada, tek başına oturmaya devam eder. İçeriden kutlama seslerini duyarken biz halen Mike’ı izleriz. Muazzam bir sahnedir. İkinci filmin sonunda Mike’ın inancı için neleri fedaya hazır olduğunu öğreniriz ve bunu öğrendiğimiz an öbür zamanda Mike’ın düşüşünün, başarısızlığının da başlangıcıdır. Bu anı bu kadar acıtıcı kılan da öğrendiğimiz yeni bilgidir zaten. Yönetmenliğin de ötesinde kanımca usta bir hikayecilik başarısıdır bu kurgu. Filmin sonu birden öyle bir anlam kazanır ki tüm seriye bakışımız değişir. Anlarız ki Coppola bir yükseliş değil düşüş hikayesi anlatmaktadır ve bu bir erkeğin inancından nasıl vazgeçmek zorunda kalışının hikayesidir.

Baba en başından bunu öngörmüştür ama. Oğlu Mike ile kendisini son gördüğümüz sahnede ondan özür diler neredeyse. Senin için bunu istememiştim der, oğlu için düzenin içinde hatırlı bir mevkidir asıl hayali. Yıllar önce, taşıdığı çiçek hastalığı virüsü ile birlikte tek başına bir çocuk olarak yeni bir ülkeye ayak bastığında hedefi; yeni dünyanın kurallarına ayak uydurup sonunda yönetilen de yönetene geçmiş olmaktı. Babasından hayalini oğlu Mike devralır ancak o da bu hayali gerçekleştiremez ve üstelik bir sonraki kuşağa bile devredemez. Üçüncü film bir yenilginin resmidir sadece, belki de Coppola’nın mafya kültürünü yüceltme eleştirilerine karşı verdiği yumuşak bir cevaptır, resmi finalde yaşlanmış Pacino’nun kuru bir yaprak gibi sandalyesinden yere düşmesi düzenin yılmaz şakşakçılarının yüreğine su serpmek içindir. Kendi adaletini yaratmak isteyen bir adamın yalnız başına yıkılışıdır.

Enteresan olan babasından farklı olarak Mike’a böyle hazin bir ölümün layık görülmesi. Oysa Mike tüm iyi niyetiyle belki babasından bile fazla bir düzene uyma çabası içindedir. Serinin başında sevgilisine ailesi gibi olmadığını söyler, çevresindeki herkes ona sen bu işe karışma der gibi bakar, hali tavrı hep dışlanmış biri gibidir. Ne de olsa o ailenin yanında kalmaktansa kendi doğrusunun peşinde koşturmuş bir isyankârdır. Ne zaman ki babasını yaralı yattığı hastaneden sadece aklını kullanarak bir başına kurtardığında o zaman Mike kaçınılmaz olana ilk adımını atmış olur. Geride bıraktığı sevgilisine hiçbir söz verememiştir ve haklı da çıkar, daha o geceden, sevgilisinin yıllar boyunca göremeyeceği bir tehlikenin içinde bulur kendisini. Peki Mike, ailenin en pis işini bir anda neden üstlenmek zorunda hissetmiştir? Ailesine olan saygısından mı? Babasına sevgisinden mi? Kendini kanıtlamak mı? Bu sorunun cevabı filmde biraz muğlâk. Benim fikrim Mike’ın kibrine yenildiğidir. Mike sonradan görüleceği gibi akıl almaz derecede zeki/kurnaz ve soğukkanlı bir karakterdir. Ablasının suratına bağıracağı gibi son derece acımasızdır da. Babasının sonradan maçoların mottosu olacak öğüdünü dinler, kadınlar ve çocukların dikkatsiz olmaya hakkı vardır ancak erkeklerin asla. Ailenin sonraki liderliği için ablasının lafı bırakın geçmesini akıllara bile gelmez. Ancak sonuç ortadadır, çilekeş annenin iki oğlu da ecelleriyle ölmez ve daha fenası içlerinden birinin katili kardeşidir. Aileyi korumak için her şeye katlandığına inan Mike serinin gerçek sonunda kendi ailesini bile bir arada tutamaz. Bu konuya biraz sonra döneceğim ancak şimdi serinin başına yeniden dönmek istiyorum. En baştaki düğünde aile fotoğrafı sahnesinde Mike sevgilisini davet eder poza, ki bu fotoğrafın çekimi kendisi geciktiği için bekletilmiştir, bu hem ailenin bir arada olmasına verilen önemi, hem de Mike’ın tüm duyarsızlığına rağmen kendisini halen ailenin bir parçası olarak gören Baba’nın inadını gösterir. Mike da buna cevap olarak sevgilisini de poza katar. Ailesine sormaz bile, onların onayını almak umurunda değildir. Önceden kazanmış olduğu özgürlüğü dolayısıyla kimsenin ona söyleyecek lafı da yoktur artık. Sonra bir gün aniden kimsenin beklemediği bir yüreklilikle babasını öldürmek isteyenleri kendi elleriyle öldürmeye karar verdiğinde de özgür seçimini yapmıştır. Bile isteye bu yola girmiştir, söz veremediği sevgilisinden yıllar boyu ayrı kalmış ve sürgünde evlenmiştir de hatta, yine de dönüp dolaşıp belki onun için modernitenin tek temsilcisi olan öğretmen sevgilisinin karşısına çıkar.

Bu noktada Mike ile Kay ilişkisine daha yakından bakmak isterim. Mike geleneklerine bağlı bir ailenin, özgürlüğünü ilan etmiş üyesidir. Kay ise düzenin yolundan gitmiş bir ailenin modern yöntemlerle büyütülmüş öğretmen kızıdır.(nedense filmde Kay’in ailesi hakkında hiçbir bilgi yer almaz, ne de olsa kadınlar yoktur bu dünyada) Peki kim kime âşıktır? Yıllar boyu onu arayıp sormayan bir erkeğin, yalanlarına rağmen eşi olmayı kabul etmiş Kay mi, gitgide mutlak gücün etkisi altında egosu şişmekte olan ve daha makul bir eş adayı ile evlenme serbestliği içinde olmasına rağmen eski sevgilisine dönen Mike mı? Kestirmek zor, çünkü Mike hep kapalıdır. Öfkesinde de, şefkatinde de. Kay çocukları için eve döndüğünde suratına kapıyı kapatacak kadar da kindardır. Ancak tüm bunları yaparken bile neler hissettiğini söylemek zor. Kay ise çabalar. İnanmaya ve çaba göstermeye hep hazırdır. Ama o kadar çok kandırılır ki. Yönetmenin bir bakış açısına göre çocuğunu aldırdığı için Kay’i sorumsuz gösterme çabası içinde olduğu söylenebilir ancak bence asıl vurgulanan yalnız bırakılmış eşin çaresizliğidir. Sürekli yalanlarla oyalandırılan, düzene uyma vaatiyle yılları tüketilen bir anneden böyle bir eşe yeni bir çocuk vermesi beklenebilir mi? Kay aslında Mike’tan güçlü olduğunu boşandıktan sonra anlar ve üçüncü filmde eski kocasına da gösterir bunu. Başından beri Mike’a duyduğu aşk için yeterince sabır göstermiştir ancak karşılık görmeyen her çaba eninde sonunda yok olmaya mahkûmdur. Mike için ise içinde kendini bulduğu dünyanın meseleleri o kadar ölümcüldür ki aşk belki de en son aklına gelir, yıllar sonra sürgün edildiği toprakları ziyaretinde. Filmi izlediğim kerelerde bazen Mike’a hak verdim, bazen Kay için üzüldüm, bazen Mike’a çok kızdım, bazen Kay’i suçladım. Sanırım bu gelgitli yargılarım film karakterlerinin de yaşadıkları çıkmazın sapalarını oluşturuyor. En acısı ise Mike, Kay’e verdiği hiçbir sözü tutamadan ölüyor. Güçlü görünen, böyle olduğu iddiasıyla örnek gösterilen, hatta efsaneye dönüşmüş bir adam için hazin bir son.

En büyük kardeş Sonny de ilgi çekici bir karakterdir. Tüm öfkesi ve bitmez gibi görünen kudretiyle Baba’nın öncelikli veliahdıdır. Ne yazık ki babasından alması gereken zeka ve sakinliğini koruma becerisinden yoksundur. Sürekli fevri karar verir ve kararlarını çokça geri alır, consigliari’den akıl alır ve genelde başkalarının doğrularını uygular. Kaba kuvvet yanlısıdır ama uyguladığı şiddet her seferinde misliyle geri döner kendisine. Sonu da bu yüzden korkunç bir şekilde resmedilmiştir. Serinin en vahşi sahnesidir katliamı. Mafyanın insanlıktan çıkması en iyi bu sahnede gösterilir belki de. Ailenin en gelenekselci üyesidir ancak öte yandan karısını sıkça aldatarak kendi ailesine karşı da saygısızdır, babadan sıkça azar işitir bu yüzden. İlk çocuk olduğundan omuzlarındaki sorumluluğu taşımaktan hatalar yapar, kız kardeşini korumaya çalışırken tuzağa düşer ve kendi sonunu hazırlar. Karakteri Baba’nın ateşli ağabeyinden izler taşır. Yazık ki ikisinin de ömrü uzun olmaz. Caan rol için biçilmiş kaftandır. O da bu doğru seçime uygun olarak tüm yeteneklerini sergiler.

Baba filmleri üzerine sayfalarca yazabileceğimiz, saatlerce konuşabileceğimiz zenginlikte. Eninde sonunda herkesin çıkarımı da kendine. Her izleyişte de değişecektir muhakkak bu çıkarım ancak filmlerin eskimeyeceği değişmez bir gerçek olarak hep kalacaktır. Erkeklerin kendilerine farklı bir açıdan bakmaları, kadınların da erkeklerin dünyalarını bir erkeğin gözüyle gözlemleyebilmeleri için bu unutulmaz seri yıllar boyu izlenecek.


Ödül
İlk film en iyi film, senaryo, erkek oyuncu(Brando); ikinci film ise en iyi film, yönetmen, yardımcı erkek oyuncu(De Niro), senaryo, müzik ve sanat yönetimi Oscar’larını toplamıştır. İlk film aynı zamanda müzikleriyle de Altın Küre almıştır. Bunun dışında da birçok festivalden düzinelerce ödüle layık görülmüştür seri. Dikkatimi çeken ödüllerin verildiği kurumlardaki Anglosakson yoğunluğu. Nedense zamanında öteki dünyada popüler zeminde yarattığı ilgi ödüllere yansımamış.

Yıllar Sonra
Seri tam bir popüler kültür ikonu oldu. Sayısız göndermeye maruz kaldı. Yıllar içinde değeri daha da arttı ve günümüzde fetişist listelerin(benimki gibi) baş tacı olmaya devam ediyor. Birçok hayran üçüncü filmin görece başarısızlığına rağmen halen umutla yeni bir film beklemekte serinin yaratıcılarından.

Coppola, başarılı kariyerine seri boyunca ve sonrasında da Dracula, Rumble Fish, Apocalypse Now, The Conversation gibi filmlerle devam etti. Son yıllarda bir yaratıcılık krizine girdiği gözlense de tarihteki yeri hazır.

Pacino, sonuna kadar hak ettiği Oscar’ına 7 adaylık sonrası Kadın Kokusu filmindeki performansıyla ulaştı. Seri, özellikle Pacino’nun kariyerinin çıkışını sağladı, karanlık bir dönem yaşamasına rağmen kendini toparlamasını bildi ve günümüzün en saygın oyuncularından biri olarak yakın zamanda yaşadığım şehri de ziyaret etmeyi planlıyor. Kendisini imkan olursa sahnede izlemek ayrı bir zevk olacak.

Brando, seriden kazandığı Oscar’ı çakma bir Amerikan yerlisine aldırdı, tavrını/şovunu gösterdi yine. Bence az ama öz bir kariyeri oldu. Kötü yaşlandı.

De Niro, nedense seriye tam ait olamadı bir türlü, oysa çok önemli bir rolü vardı seride ve performansı neredeyse Brando seviyesindeydi. Zaten kendisi, serinin dışında da devasa bir kariyere sahip bir efsaneydi hep.

Nino Rota’nın yarattığı tınılar belki filmden bile daha popüler oldu. Neredeyse popüler kültürün bir halk ezgisine dönüştü.

Duvall, Caan, Keaton ve diğer tüm oyuncular serinin de başarısıyla kariyerlerinde hep saygı duyulan oyuncular oldu. Özellikle İtalyan oyuncular sonraki mafya filmlerinin de aranan yüzleri oldu.

Son olarak her şeyin yaratıcısı Mario Puzo’dan bahsetmek isterim. New York doğumlu usta, yazdığı romanlar içinde en az sevdiği Baba serisi ile herkesin aklında kalmıştır. Sicilyalı, Son Don(Türkçesi komikmiş), Omerta gibi kitaplarıyla ve birçok film senaryosuyla da tanınır. Seriye yeni bir hikaye yazmayan başlamışken 1999 senesinde aramızdan ayrılması vakitsizdir. Umarım gittiği yerde yazdıklarından daha çok huzura kavuşmuştur.

19 Ekim 2011 Çarşamba

4 - All Quiet on the Western Front


Lewis Milestone

Tek cümleyle
1.dünya savaşına gönderilmiş henüz çocuk yaşta askerlerin katli

Ne zaman
1990 yılı içinde bir tatil akşamı

Nerede
Batman’da, TV karşısında, TRT2’de, sinema-edebiyat kuşağında.

Önemi
Savaşın dehşetiyle ilk tanışıklığım. İlkokulu bitirmek üzereyken tanışmıştım bu filmle. O zamanlar teyzemin hediyesi Can Yayınları çocuk kitaplığını hatmetmekle meşguldüm. Sanırım kişiliğimi bulduğum yıllardı. Hayatımda savaş görmemiştim. Hakkında bildiklerim sadece okuduklarımdı. Bazıları, özellikle tarih kitaplarında yazılı olanları kahramanlık hikayeleriyle doluydu ancak benim ilgimi çeken diğer kitaplarda anlatılan trajedilerdi. Okulda bu kitapları okutmazlardı, harçlığımdan biriktirdiklerimle en yakın kırtasiyeden satın aldığım kitaplardan öğrenirdim bu hikayeleri. Ve bir de arada bir karşıma çıkan böyle filmlerde.

“Batı yakasında yeni bir şey yok” diye Türkçe’ye çevrilen filmimiz bir edebiyat uyarlaması. Erich Maria Remarque adlı bir Alman yazarın anılarından yola çıkarak yazdığı bir edebiyat klasiğinden Moldova doğumlu Ukrayna göçmeni bir ABD vatandaşı Lewis Milestone tarafından beyaz perdeye aktarıldı. Film 1.Dünya Savaşı öncesinde milliyetçilik duygularıyla heyecanlandırılan bir Alman gencinin savaşta karşılaştığı dehşeti anlatıyor. Çocuğun içindeki milliyetçilik duyguları yerini zamanla ölüm korkusuna ve savaşın anlamsızlığı karşısında duyduğu öfkeye bırakıyor. Çaresizlik içinde ruhunu saf tutmaya çalışan genç asker filmin sonunda dramatik bir şekilde acı sonla karşılaşıyordu.Filmin gücü hem hikayesinden hem de anti militarist tavrından kaynaklanıyordu. 1930 yılında böyle bir film çevirmek cesaret işiydi. Nitekim film Nazi Almanya’sında yasaklandı. Alman vatandaşlar İsviçre, Avustralya gibi komşu ülkelere giderek filmi izleme şansını yakaladılar.

Filmi ilk izlediğimde gerçekten çarpılmıştım. O zamana dek savaşlar ile ilgili bilgilerim oldukça basmakalıptı ve her ne kadar kendimi bir savaş karşıtı olarak görsem de bunun ne demek olduğundan emin değildim. Bu filmi izledikten sonra savaş dehşetine karşı olan öfkem gerçek kaynağını buldu. Savaşta kaybettiğimiz sadece fiziki varlıklarımız değildi, esas kaybımız ruhaniydi ve bu kaybın yeri de kolay dolmuyordu. Kirli bir savaşın kıyısında henüz ömründe bir cinayete tanık olmamış bir ufaklık olarak ekrandan zihnime yansıyan görüntüler korkunçtu. Siyah beyazın daha da etkisini artırdığı görüntüler aklımdan çıkmadı uzun süre. Devletlerin birbirleriyle olan kavgasının sonucu işlenmiş resmi cinayetlerin kurbanı genç askerlerin kandırılışı ve bunun farkına varmaları sonucu yaşadıkları çaresizlik duygusu, filmi izleyenlerin söz konusu cinayetlerdeki rolünü sorgulamasına sebep oluyor. Yazık ki bu son derece etkili filme rağmen insanlık tekrar boy gösteren ve bu sefer daha da korkunç olan bir dünya savaşının önüne geçemedi. Belki de filmlerden boylarını aşan görevler bekliyorumdur.

Ödül
Amerikalılar filmi en iyi film ve yönetmen Oscar’ı ile onurlandırdılar. Japonlar da en iyi yabancı film Junpo ödülünü vererek filme kayıtsız kalmadılar.

Yıllar Sonra
Milestone uzun bir yönetmenlik kariyerine devam etti. Ancak Ocean’s Eleven , Mutiny on the Bounty , Front Page gibi daha popüler işler üretmeyi tercih etti.

Başrol oyuncularından Lew Ayres oyuncu ve yönetmen olarak kendini kanıtladı, şöhretler yoluna adını yazdırdı.

Bir diğer başrol Lois Wolheim ise filmin gösteriminden 1 yıl sonra vefat etti. Aslen bir matematikçi olan aktör bu filmdeki rolüyle hep hatırlandı.

Romanın 2012 yılında gösterime girmesi beklenen modern bir uyarlaması yapım aşamasındadır. Mimi Leder’in yöneteceği filmde Harry Potter filmlerinden tanıdığımız Daniel Radcilffe’in başrolde olacağı dedikoduları mevcut.

17 Ekim 2011 Pazartesi

3 - Ladri di Biciclette



1948 – Vittorio De Sica

Tek cümleyle
Ailesini doyurmak için mutlak ihtiyacı olan bisikletini kaybeden bir adamın oğluyla bisikletini arayışı

Ne zaman

1990 yılı içinde bir salı akşamı

Nerede

Batman’da, TV karşısında, TRT2’de, sinema kuşağında.

Önemi
Derinden etkilendiğim ilk film. Filmin sonunda karnıma yumruk yemiş gibiydim ve belki de ilk kez o gün sinema ile ne kadar çok şeyin anlatılabileceğini fark ettim. Bisiklet hırsızı bir klasiktir ve her klasiğin işlevi gereği dünyaya bakışımızı değiştirir. Onu yıpranmaz kılan da her izleyişimizde bizi aynı derecede etkileyebilmesidir.

11 yaşında ilk izlediğimden ötürü bu filmde de beni ilk etkileyen çocuk oyuncunun performansıydı. O zamanlar kendimle özdeşleştirebildiğim karakterlerin olduğu filmler daha çok ilgimi çekiyordu doğal olarak. Ancak filmi tekrar izlediğim ileriki zamanlarda filmde çocuk oyuncunun performansından çok daha fazlası olduğunu keşfettim ve filmin neden bir sinema dersi niteliğinde olduğunu anladım. Esas olanın iyi bir hikaye yakalamak ve doğru mekanlarda anlatmak olduğunu gösteriyor bize De Sica. Aynı zamanda bir aktör olan yönetmen filmi için amatör oyuncularla çalışmayı tercih ederek filmin gerçekliliğini artırıyor. Amatör oyunculardan inanılmaz bir performans çıkarmak da yönetmenin marifeti tabi.

Filmin başında tanıdığımız Antonio Ricci, savaş sonrası Roma’da ailesine bakmak için bir iş bulur ve bu iş için bir bisiklete ihtiyacı vardır. Ne yazık ki çalışırken bisikletini çaldırır ve tüm film oğlu Bruno ile bisikletini aramasından ibarettir. Savaştan sonra sefalet içindeki Roma sokakları ve fakir İtalyan ailelerinin dertleri tüm çıplaklığıyla karşımıza çıkar. Bir baba olarak Antonio oğluna bakmakla yükümlüdür ancak aynı zamanda onun ahlaki rol modelidir ve bu ikisini beraber sürdürmesi, içinde yaşadığı zamana ve insanlara karşı ahlaki değerlerini savunması ve mücadelesini sonuna dek götürmesi ile mümkündür. Yazık ki Antonio bir yere kadar gücünü korur ve en sonunda ahlaksızlığa yenik düşer. Film burada dürüst bir adamın hangi koşullar altında çalmak zorunda kaldığını gösterir. Bu noktada filmin adı da çok manalıdır, işaret ettiği kahramanımız mıdır, bisikletini çalan mı? Filmin UK ismi çoğul, USA ismi ise tekildir. Bence çoğul olan toplumdakilere, tekil olan ise sadece kahramanımıza işaret etmektedir. Türkiye’de çoğul olan tercih edilmiş. Benim fikrim yönetmenin kahramanı işaret ettiğidir, isim ile. Çünkü film Antonio'nun yürek burkan hikayesidir ve filmin sonunda o artık bir hırsızdır, ne kadar kaçınsa da.

De Sica’nın bir başarısı da filmin evrensel mesajını son derece kişisel bir hikaye ile anlatmayı başarması. Filmin sonundaki Bruno’nun hayal kırıklığı hepimizin içine işliyor. Daha çarpıcı olan ise Antonio’nun utancı. Bu yönüyle film didaktik bir ahlaki söylevi de reddediyor. Bunun yerine kendimizi sorgulamamızı ve kahramanın yerinde olsak ne yapacağımızı düşünmemizi sağlıyor. Başka bir okuma ile de filmden şunu da çıkarabiliriz; toplumun ailenin koruyucusu ve her daim temel direği olarak atadığı baba figürünün, yine toplum tarafından belirlenmiş etik değerlere bağlı kalarak ve yine toplum tarafından yaratılmış korkunç ekmek kavgası içinde ailesini bir arada tutabilmesi bazen bireysel başkaldırı ile mümkündür. Bu bireysellik çoğu zaman kimse görmeden, ki buradaki kimseden kast edilen toplumun kolluk kuvvetleri veya gözcüleridir, ahlaki değerleri çiğnemek ve yine de temiz kaldığını iddia etmek anlamına gelmelidir. Oysa ki gerçek bireysellik babanın kendisine biçilen rolü reddetmesi olmalıydı diye düşünüyorum. Filmin sonunda içimizi en çok acıtan babayı linç etmeye kalkışanların arasında bisikletini çalanların veya çalmasa bile çalınmasına ses çıkarmayanların yüksek olasılıklı varlığıydı. Film boyunca durumuna üzüldüğümüz baba figürünün belki de biz izleyicilerin onay verebileceği bir eyleminin başarısızlıkla sonuçlanması içimizde adaletin yerini bulmadığı duygusu bırakır. Oysa bu gerçek adalet midir? Filmde hiç görmediğimiz bisiklet hırsızının nedenlerini biliyor muyuz? Hissettiğimiz duygudan ötürü biz de utanmalıyız bence ve bu utanç bize kim olduğumuzu hatırlatmalı.

Filmden çıkardığım başka bir mesaj da, adalet duygumuzu tatmin etmesi için yarattığımız devlet kurumunun bu konuda oldukça yetersiz kalması. Film boyunca polislerin elinden bir şey gelmez. Çünkü olay son derece sıradan, sıkça görülen bir vakadır. Devlet kendi yarattığı meşguliyeti sebebiyle bu tür vakalarda bizi kendi başımıza bırakır. Ya eşyalarımıza sıkı sıkı sahip çıkacağız, ya da kendi imkanlarımızla hırsızı bulacağız. Hangimiz çalınan cep telefonunun peşinden koşturmuştur? Artık bu konuda devleti suçlamıyoruz bile, daha çok kendimize kızıyoruz daha dikkatli olmadığımız için veya en kötü her şeyimizi sigortalatıyoruz, kendimizi güvencede hissedebilmek için. Yine de kendi adıma bu imkanlara rağmen adalet duygumun tatmin olduğunu söyleyemem. Bu konuda birincil sorumlu olarak da devlet kurumunu ve içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal sistemi görüyorum. De Sica’nın böyle bir amacı var mıydı bilmiyorum ama yıllar sonra filmini tekrar izlediğimde anlatılan sefaletin kaynağına olan öfkemi canlandırmıştı. Bir başka görüşe göre de insan doğasını sorumlu tutarsak mevcut adaletsizlikten dolayı, bence işini yapamayanları aklamış oluruz. Ve işini yapamayanlardan kast ettiğim en son zümre polislerdir.

Özetle kendisine biçilen babalık kostümünü reddedemeyen ve onuru pahasına oğlunun gözleri önünde hırsız damgası yemeyi göze alan bir adamın dramını anlatıyor bize De Sica. Filmin sonunda yakalandığı zaman Antonio, kalabalık bir karar vermek zorundadır. Ya adalete teslim edeceklerdir pis hırsızı, ya da oğlunun hatırına affedeceklerdir çaresiz babayı. Yüce gönüllülükle affederler babayı. Bizim ne yapacağımız ise belirsizdir. Gözyaşları henüz kurumamış Bruno babasının elini tutarak eve dönüş yolunda iken halen bunu düşünürüz.

Ödül
Akademi 1949’da en iyi yabancı film anlamında bir onur ödülü vermiştir filme. Aynı zamanda film yine aynı dalda Altın Küre, BAFTA ödüllerini de almıştır. Ülkesinde de sinema yazarlarının verdiği ödüllerde, en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi müzik, en iyi senaryo ve en iyi görsel yönetim payelerini toplamıştır. Ayrıca Avrupa’nın diğer ülkelerinde de ödüle boğulan film günümüzde bir klasik olarak görülmektedir.

Yıllar Sonra
Vittorio De Sica hem yönetmen, hem yazar hem de oyuncu olarak öldüğü sene 1974’e dek sinema dünyasının içinde kaldı. Berlin’de Altın Ayı da aldı, Cannes’da büyük ödülü de. Ülkesinin her zaman saygı duyulan bir sinema duayeni olarak hayata veda etti.
Baba rolündeki Lamberto Maggiorani ve oğul rolündeki Enzo Staiola daha sonra profesyonel oyunculuğu tercih edip genelde İtalyan sinemasında bir kariyer yaratmasını bildiler.

14 Ekim 2011 Cuma

2 - Once Upon a Time in America




1984 – Sergio Leone

Tek cümleyle
New york sokaklarında doğan bir oğlan çetesinin büyüme hikayesi

Ne zaman
1989 yılı içinde soğuk bir hafta içi gecesi.

Nerede
Batman’da, TV karşısında, TRT1 veya 2’de, yer yatağının içinde.

Önemi
İzlerken ağladığım ilk film. Dominic’in öldürüldüğü sahnede ağlamıştım. Doğrusu ağlamamak çok zordu. Morricone’nin can yakan tınıları, kaçmaya çalışan Dominic’in son anda kurşuna yakalanması ve Noodles’ın gözleri önünde can verişi tam damarlıktı. Bir ilkokul talebesi için büzüldüğü yatağın içinde bu sahnelerle karşılaşmak oldukça travmatikti ve tahminim içimdeki arabesk aşkının ilk tohumları o gece atıldı. Bu yönden de film benim için bir dönüm noktasıdır. Emekleme evresindeki yazı uğraşımın da yönünü değiştirmiştir. Filmi yıllar sonra tekrar ama bu sefer sonuna dek izlediğimde neden filmden bu kadar çok etkilendiğimi bir kez daha anladım. Leone’nin bayıldığı epik tarz benim de favorilerimdendi. Duyguların abartılması için doğmuştum. Misal, Fat Moe’nun Peggy ile beraber olmak için aldığı pastayı kapının eşiğinde beklerken dayanamayıp yemesi hiç unutamadığım görüntülerden biridir. Ya da Noodles’ın Deborah’ı röntgenlediği sahneler.

Film bir nostaljiye özlem klasiğidir. Klasik bir masumiyetin yitimi hikâyesi anlatılır ve tabiri caizse âlem göt olmuş mesajıyla sona erer. Zaten filmi ilginç kılan da anlattığı öykünün ilginçliği değil, yarattığı atmosferin cazibesidir. Leone’nin filmlerinin operaya ile akraba olması da müzik kullanımı, kostüm tasarımı, görüntü yönetiminin kusursuz uyumu ile mümkün olmaktadır. Özellikle çocuk oyuncularından aldığı performans da neredeyse usta oyuncuları gölgede bırakıyor. Filmin aklımdan çıkmamasında oyunculukların da payı büyük.

İtalyan usta bu filmden çok daha iyi filmler yönetti ki bunlardan birinin adı bu filmle aynı kelimelerle başlıyor ancak vicdanım listeye bu filmi almamı istedi. Birinci nedeni çok küçükken izlemiş olmam ve oyuncularla duygusal özdeşleşme yaşayabilmem. İkinci nedeni ise ne kadar özgünlüğü tartışılsa da benim için bu filmin derdi bana daha yakındır ve perdede veya cam ekranda bir dert ortağı bulduğum anda karşısında çivileniyorum. Kimsenin kimseyi ispiyonlamadığı ve aldatmadığı bir dünya çok gerilerde kalmış olabilir ancak bu dünyaya duyduğumuz hasret hala içimizde canlı. Söz konusu hasretin bir nostalji malzemesi olarak harcanmasının ötesinde değerlendirileceğine olan inancımı kaybetmemeye çalışıyorum her gün.

Ödül
Akademinin tamamen atladığı filmin en önemli ödülü Japon film akademisin verdiği en iyi yabancı film ödülüdür. Ayrıca yönetmeni Leone de en iyi yönetmen olarak altın küre ödülüne aday gösterilmiştir. Morricone müzikleriyle, Pescucci kostümleriyle BAFTA ödülünü kapmıştır. Toplamda 13 ödülü mevcut. Kısaca değerlendirmek gerekirse jürilerin filmden benden az etkilendiğini söyleyebiliriz.


Yıllar Sonra

Leone filmin gösteriminden 5 sene sonra aramızdan ayrıldı. Yeni bir film yönetmeye vakti olmadı ne yazık ki. De Niro muhteşem kariyerine devam etti. James Woods bu filmden sonra da yardımcı başrolleri! başarıyla canlandırdı. Deborah’ı oynayan Elizabeth McGovern en son sinemalarımıza Clash of Titans filminde Marmara karakteriyle uğradı. Çocuk oyuncularından ise önemli bir kariyer yapan çıkmadı maalesef.

13 Ekim 2011 Perşembe

1 - The Kid



1921 – Charlie Chaplin

Tek cümleyle
İşsiz güçsüz bir serserinin kapısına bırakılan bir oğlan çocuğu ile maceraları.

Ne zaman

1988 yılı içinde muhtemelen bir hafta sonu kahvaltısı sonrası.

Nerede
Batman’da TV karşısında, TRT1’de.

Önemi
Hatırladığım ilk sinema filmi. 9 yaşında bir çocuğun aklında kalan ilk filmin Şarlo filmi olması doğal. Chaplin benim ilk kahramanımdı. Daha sonra başka filmlerini de zevkle izlesem de zihnimde en çok yer tutan filmi hep The Kid olmuştur. Bunda başrolünü paylaştığı küçük oğlan çocuğunun rolü kuşkusuz çok büyük. Filmin çekilme hikayesini yıllar sonra otobiyografik kitabından uyarlanmış Chaplin filminde izledikten sonra The Kid gözümde daha da değerlendi. Şarlo’nun uğraştığı zorluklar ve karşılaştığı engelleri aşmakta yarattığı çözümler dahiceydi.

Peki bu film neden bu kadar çok sevilmektedir? Günümüzde bile eskimemiş ve belki halen bir yerlerde benzerleri çekilmektedir. Sanırım biz Şarlo’nun en çok şapşallığını ve çaresizliğini seviyoruz. Aslında değersizliğinin farkında ve ölümlü bir değer için hayatını harcamak yerine sıfırı tüketmiş bir serseri olmayı seçmesi bize de her izlediğimizde cesaret veriyor. Chaplin’in zorluklarla geçen çocukluğu boyunca çevresindeki dünyadan aklına emdikleri, yıllar sonra karakterini yaratmakta çok işine yaramış. Popüler olduktan sonra bile beş parasız Şarlo karakterinde inandırıcılığını kaybetmiyor. Tabi bu hikaye tek başına bir sinema efsanesi yaratmaya yeterli değil, pek dile getirilmese de(ya da ben bu konuda cahilim belki) Chaplin görsel bir dünya yaratmakta da bir dahidir. Gerçek sokaklar veya set fark etmez, filmin geçtiği mekanlar bizi gerçeklikten hiçbir zaman uzaklaştırmaz. O dönemin kısıtlı teknikleriyle bu dünyanın yaratılmış olması olağanüstü.

The Kid filmini özel kılan başka bir konu ise meselesidir. Chaplin belki de sinemanın ilk anti kahramanıdır ve filmde savunulan mesaj da oldukça cesurcadır. Günümüzde bile tartışılan, bir çocuğun gerçek babasının biyolojik olan mı yoksa onu bir baba gibi sevmiş olan mı sorusuna kendince bir cevabı vardır Chaplin’in ve bu cevap aynı zamanda içinde bulunduğu dünyanın da suratınadır. Şarlo belki de hiçbir zaman çocuk yapacak kadar aklı başında olmayacaktır ama bu onun bir baba olmasına da engel değildir. Hatta biraz daha ileri gidersek, toplum tarafından sorumsuz bir serseri olarak başarısızlığa mahkum edilmiş bir dışarıda kalan Şarlo aslında herkese çocuklarını gerçekten sevmekten başka bir sorumlulukları olmadığını gösterir. Sadece Şarlo ve veledin ayrı düştükten sonraki kucaklaşma sahnesi bile yıllar boyunca aşılamamış samimi bir heyecanın resmidir. Tabi oyunculukları bu kadar güçlü kılan aktörlerin performansları ile birlikte siyah beyazın büyülü yansımasıdır. Sessiz sinema döneminin bu başyapıtını saygıyla selamlıyorum.

Ödül
Filmin çekildiği zamanlarda sinema sanatında ödüllendirme geleneği henüz başlamamıştı ancak popüler sinema sitesi IMDB’de film şu an tüm zamanların en sevilen filmleri arasında 158. sıradadır. Ayrıca senelerce Oscar ödülünü hak edip de alamayanların ahını taşıyan Amerikan Film Akademisi 1972’de özel bir onur ödülü ile Chaplin’i onurlandırmayı akıl etmiştir.

Yıllar Sonra
Chaplin bu filmden sonra da düzinelerce film üreterek efsane statüsüne erişti. Ne yazık ki acımasız McCarthy soruşturması ve saçma bir babalık davası onu da haksızlığa kurban etti ve sürgün sonucunda son yıllarını Avrupa’da geçirdi.

Velet rolündeki Jackie Cogan zengin bir Hollywood kariyerinin sonunda 1984’te dünyamızdan ayrıldı. En çok hatırlandığı rolü ise hep The Kid oldu.

The Kid filmi görselleri retro kafelerin, restoranların ve anahtarlık gibi ıvır zıvır dünyasının en çok kullandığı malzemelerden biri oldu. Ne yapıp ne edip Şarlo’yu da paraya çevirmeyi başardık.

12 Ekim 2011 Çarşamba

100 film, 100 iz



En çok etkilendiğim 100 filmi seçtim. Zor ve uzun bir seçim oldu. Açıkçası bu kadar zorlanacağımı tahmin etmiyordum, hatta en başta elli film yeter diye düşünüyordum ancak filmleri elemeye sıra gelince bir türlü kıyamadım ve belki de halen bir çok filmi dışarıda bırakmak zorunda kaldım. Liste hazırlama işi yapanların da söylediği gibi bu iş daha çok sevdiklerine kıyma işiymiş ancak belli bir sınırda kalmak ve liste mantığının dışına çıkmamak için de bu şartmış. Filmlerin kati suretle en iyi olma iddiası yoktur. Sinemasal açıdan daha iyi olduğunu bildiğim birçok filmi dışarıda bırakmak zorunda kaldım. Bazılarını izlemediğim için, bazılarını ise yarım yamalak izlediğim için. İzlediğim bazıları ise çok önemli olduklarını düşünmeme rağmen dürüstçe sorduğumda kendime beni çok etkilemedikleri cevabını verdiğim için. Bazılarını ise sadece yüz sayısı hedefimi aşmamak için ve diğerlerini de arsızca unuttuğum için dışarıda bıraktım.

Her filmi izlediğim sıraya bağlı olarak kronolojik olarak anlatmaya çalışacağım. Umarım bu işi bitirmeyi başarırım. Bitince bir film listesinden çok bir anı listesi oluşacağını sanıyorum.

Son olarak şunu da eklemeliyim listeye yerli filmleri almadım. Hak eden çok aslında ama onları ayrı bir değerlendirme içinde yazmayı düşünüyorum.

10 Ekim 2011 Pazartesi

en tatlı kucak



dinle

Zamanımız doldu sevgilim,
harcamak için sunduk hepsini.
Ayışığında bin öpücük
değiştirmiyor bu acı tadı.
Tutkum sana karşı sonu yok
ve yıkımımıza dek seveceğim seni.
Daha fazla istemiyorum seni sadece
ve en tatlısıyıdı o, sarılmalarımızın

Mutluluğu bulacağımızı düşünmek
bir öpücüğün içinde gizli,
düşünmek bulacağımızı mutluluğu
en büyük kusurumuzdu.
Tutunacak bir şey kalmadı bebeğe,
lekeleyecek yeri yok.
Daha fazla istemiyorum seni sadece
ve en tatlısıyıdı o, sarılmalarımızın

Nerede başladı
ve ne zaman tüm yaptığımız kaybetmekti?
Kazanacak bir şey kalmadı geriye.

Öyleyse indir silahlarını,
bir amaçları yok ellerinde.
Bırakmak istemiyorsan
gel ve tut beni,
bozmayacağım planlarını.
İntikamsa istediğin
al onu o zaman bebeğim.
Çıkabilirsin ya da kapıdan hemen dışarı,
umurumda bile değil artık
ve en tatlısıyıdı o, sarılmalarımızın.

Nerede başladı
ve ne zaman tüm yaptığımız kaybetmekti?
Kazanacak bir şey kalmadı geriye.

Bitti yavrum.
Hakiki bir utanç bu.
Kaybetmeye mahkumuz sen ve ben
hileli ve düzenbaz bir oyunun içinde.
Tutkum sana karşı sonu yok
ve aşığım sana herşeyden çok,
daha fazla istemiyorum seni sadece
ve en tatlısıyıdı bu, sarılmalarımızın.
"