kim?

yaşamayanbilir

21 Kasım 2015 Cumartesi

İyi Günde Kötü Günde



On yaşımda vardım yoktum, teyzem bana bir doğum günü hediyesi almıştı. Koca bir çantaydı bu, diğerlerinden farkı içi kitap doluydu. Can Yayınları'nın çocuklar için bastığı bir setti. Uçan Sınıf'tan, Yeşil Parmaklı Çocuk'a türlü yazardan ve memleketten hikayelerle doluydu. Pippi Uzun Çorap'ı da oradan öğrendim, Cideli Bacaksız'ı da. Yurdum insanı Rıfat Ilgaz'ın karakterlerine TV ekranlarında kahkaha atmadan önce yazarın eğlencesi dünyasıyla tanışmıştım. Ne kadar şanslı olduğumu o zaman değil de, memleket insanını tanıdıkça anladım. Bugün birkaç kelimeyi bir araya getirebiliyorsam, o sete ve elbette teyzeme çok şey borçluyum. Yayınlanmasını hak ettiğine inandığım ve başkalarını da inandırabildiğim ilk öykülerimi teyzeme armağan ediyorum.

Keyifli okumalar dilerim.

9 Eylül 2015 Çarşamba

Sayıların diline direnememek

Yaklaşık dört yılı önce bu yazıyla neredeyse aynı başlıklı başka bir yazı yazmıştım. Aynı sonuçların çıktığı işlemleri tekrarlamak aptallıktır derler, buralarda olağan bir yöntem maalesef. Aç kapa bu sefer çalışır. Silah bırak, silah al bu sefer çözülür. Birileri için ki bu birileri hiç karşısında can çırpışan birini görmüş müdür şüpheliyim, sorunun kaynağı olarak görülen milyonlarca insanın ve tek günahı onların yanında olmak olan canlının tamamen yok edilmesi tek çözüm. Belki de, diye düşünüyorlar sanırım, her denemede eksik yaptığımız budur, tamamen yok etme, kökünü kurutma, bir daha üremelerini sonsuza dek engelleme.
Dört yıl sonra değişen çok şey yok. Yeni bir şey yazmanın da anlamı. Ne okuyan var yazılanları, ne okuyanların etki gücü, ne de yazılanların gitmesi gereken yerlere ulaşma şansı. Değişen tek şey öfkenin şiddeti, şiddetin taşıdığı nefret ve nefretin yayılma hızı.
Bizi yönettiğini iddia edenler yalan söylediler, hırsızlık yaptılar, cinayet tezgahladılar, katliamlara yol açtılar veya sorumlularını görmezden geldiler, sonrakilere cesaret verdiler, sayısız hata yaptılar(çoğu geçmişten ders alamamaktan ötürü) ve meydanlara çıkıp bayrak öptüler, alınlarına değdirip tüm suçlarının üzerini örttüler. O bayrağın kırmızısına, yıldızına bakanlar, tıpkı bir illüzyonistin seyircisi gibi yanlış yere baktılar, her seferinde kandırıldılar. Bir kısmı kandırıldığını başkalarından öğrendi, kalanlar sihirbaza ve sihrine inanmaya devam ediyor. Ne de olsa gerçekler sıkıcıdır, sihir sizi eğlendirir.
Tek ve salt gerçek ortadadır oysa, çok da dikkatli bakılması gerekmez, yüzde yüz pamuklu bile olmayan bir kumaş parçası kırmızıya boyanmış, ortasına semboller işlenmiş/basılmıştır. Nerede nasıl kullanılırsa kullanılsın öncesinde de sonrasında da en nihayetinde kesilmiş, dikilmiş kumaştır. Önemli olan ona atfedilen anlamdır, yüceltilmesi gereken bir şey varsa o da bu anlamdır.
Tekrar nefret çağına girmiş görünüyoruz. Bu nefret çağından çıkmanın bana göre tek bir yolu var, tanımadığımız kimseden nefret etmemek. Birini tanımak için de onunla vakit geçirmek gerekir. Onla karşılıklı yemek yiyin, konuşun, mümkünse birlikte seyahat edin. Hoşunuza gitmezse yine de nefret etmeyin, bir daha görüşmeyin yeter. Sizin özgürlük alanınıza müdahale ediyorsa veya size karşı herhangi bir suç işlemişse cezasını bu işi yapmak için kurulmuş devlet organizmasının adalet kurumunun vermesini sağlayın, yapamıyorsa bunun için mücadele edin. İntikam gütmek başka bir suçtur.
Bu yazıyı hiçbir yerde paylaşmayacağım. Dileyen ulaşır. Herkes dilediğine ulaşır önünde sonunda.

30 Mart 2015 Pazartesi

Terk edilmiş gibi duran





Kapıya dokundum, toz içindeydi, hafifçe tıklattım. Kimsenin açmasını beklemiyordum, kendim açıp içeri girdim. Keskin bir leş kokusu karşıladı beni, mendilimi çıkarıp burnumu kapattım. Muhtemel bir sokak kedisi cesedi aramaya başladım. Alt katta döşemesi çürümüş koltuklar, kaplaması soyulmuş camlı bir vitrin, ipliği sökülmüş eski bir kilimden başka kayda değer bir şey yoktu. Yukarı kata çıktım. Mutfak yukarıdaydı, banyoyla birlikte. İçerideki buzdolabı çoktan bozulmuştu, içi tamtakırdı. Kap kacaklar temizdi, sanki yeni yıkanmış gibi bulaşık sepetinin içine düzgünce dizilmişti. Musluğu açtım, su akıyordu. Köşede tüplü bir ocak dikkatimi çekti, tüpü kontrol ettim, doluydu. Terk edilmiş gibi duran bu taş ev, sırlarını bana yavaş yavaş açıyordu.
Banyonun yanındaki odada, yatağın yanı başındaki beşiğin içinde buldum kokunun kaynağını. Ölü bir dişi kedi ve memesine uzanmış halde hareketsizce yatan üç yavrusu. Anneleri kesinlikle ölmüştü, kafasının yarısı kemirilmişti ama yavrulardan birinin boynu hala sıcaktı. Açlıktan değil kıpırdamaya gözlerini açmaya bile mecali yoktu. Onu orada bırakıp ahşap pencereden aşağıya baktım. Pencere bakımsız arka bahçeye bakıyordu. Birileri vakti zamanında şeftali yetiştirmeyi denemiş, ağaç biraz büyüyene kadar sabretmiş ama meyve vermesini beklemeden bahçeyi kendi haline bırakıp terk etmişti sanki.
Yatağa uzanıp düş kurduğum günler aklıma geldi. Büyüyünce, ama çok büyüyünce, bana tahammül edebilen birini seveceğim, dünyanın öteki ucunda bahçeli bir evimiz olacak, alt katını dostlarımızı ağırlamak için üst katını kendimiz için kullanacağız, kedilerimiz yanı başımızda uyuyacak, bahçemizde yetiştirdiğimiz meyveleri yiyerek güne başlayacağız.  Ne sıradan, ne çok tüketilmiş bir hayaldi bu. Hayatımın kontrolünü başkasına bırakacağımı hisseder hissetmez onu terk etmiştim. Şimdi ben de başkasının hayalinde terk edilmiş gibi durandım. Kapıdaki cümlenin ne anlama geldiğini hatırladım, okuduğum bir kitaptandı. O zaman yazarın ne demek istediğini anladığımı sanmıştım; bu ıssız köşede, sessiz evde, çürümenin koktuğu, meme bekleyen cesetler arasında emin değildim artık.
Nefesi halen sıcak yavru kediyi uzanıp annesinin koynundan kucağıma aldım, yatağa oturdum. Ağzı açıktı, gözleri kapalı. Benden ne istediğini biliyordum. Gözlerimi kapayıp ben de, uzandım. Bu sefer düş kurmayacaktım, bir yerlerden süt bulmalıydım.