kim?

yaşamayanbilir

17 Ekim 2011 Pazartesi

3 - Ladri di Biciclette



1948 – Vittorio De Sica

Tek cümleyle
Ailesini doyurmak için mutlak ihtiyacı olan bisikletini kaybeden bir adamın oğluyla bisikletini arayışı

Ne zaman

1990 yılı içinde bir salı akşamı

Nerede

Batman’da, TV karşısında, TRT2’de, sinema kuşağında.

Önemi
Derinden etkilendiğim ilk film. Filmin sonunda karnıma yumruk yemiş gibiydim ve belki de ilk kez o gün sinema ile ne kadar çok şeyin anlatılabileceğini fark ettim. Bisiklet hırsızı bir klasiktir ve her klasiğin işlevi gereği dünyaya bakışımızı değiştirir. Onu yıpranmaz kılan da her izleyişimizde bizi aynı derecede etkileyebilmesidir.

11 yaşında ilk izlediğimden ötürü bu filmde de beni ilk etkileyen çocuk oyuncunun performansıydı. O zamanlar kendimle özdeşleştirebildiğim karakterlerin olduğu filmler daha çok ilgimi çekiyordu doğal olarak. Ancak filmi tekrar izlediğim ileriki zamanlarda filmde çocuk oyuncunun performansından çok daha fazlası olduğunu keşfettim ve filmin neden bir sinema dersi niteliğinde olduğunu anladım. Esas olanın iyi bir hikaye yakalamak ve doğru mekanlarda anlatmak olduğunu gösteriyor bize De Sica. Aynı zamanda bir aktör olan yönetmen filmi için amatör oyuncularla çalışmayı tercih ederek filmin gerçekliliğini artırıyor. Amatör oyunculardan inanılmaz bir performans çıkarmak da yönetmenin marifeti tabi.

Filmin başında tanıdığımız Antonio Ricci, savaş sonrası Roma’da ailesine bakmak için bir iş bulur ve bu iş için bir bisiklete ihtiyacı vardır. Ne yazık ki çalışırken bisikletini çaldırır ve tüm film oğlu Bruno ile bisikletini aramasından ibarettir. Savaştan sonra sefalet içindeki Roma sokakları ve fakir İtalyan ailelerinin dertleri tüm çıplaklığıyla karşımıza çıkar. Bir baba olarak Antonio oğluna bakmakla yükümlüdür ancak aynı zamanda onun ahlaki rol modelidir ve bu ikisini beraber sürdürmesi, içinde yaşadığı zamana ve insanlara karşı ahlaki değerlerini savunması ve mücadelesini sonuna dek götürmesi ile mümkündür. Yazık ki Antonio bir yere kadar gücünü korur ve en sonunda ahlaksızlığa yenik düşer. Film burada dürüst bir adamın hangi koşullar altında çalmak zorunda kaldığını gösterir. Bu noktada filmin adı da çok manalıdır, işaret ettiği kahramanımız mıdır, bisikletini çalan mı? Filmin UK ismi çoğul, USA ismi ise tekildir. Bence çoğul olan toplumdakilere, tekil olan ise sadece kahramanımıza işaret etmektedir. Türkiye’de çoğul olan tercih edilmiş. Benim fikrim yönetmenin kahramanı işaret ettiğidir, isim ile. Çünkü film Antonio'nun yürek burkan hikayesidir ve filmin sonunda o artık bir hırsızdır, ne kadar kaçınsa da.

De Sica’nın bir başarısı da filmin evrensel mesajını son derece kişisel bir hikaye ile anlatmayı başarması. Filmin sonundaki Bruno’nun hayal kırıklığı hepimizin içine işliyor. Daha çarpıcı olan ise Antonio’nun utancı. Bu yönüyle film didaktik bir ahlaki söylevi de reddediyor. Bunun yerine kendimizi sorgulamamızı ve kahramanın yerinde olsak ne yapacağımızı düşünmemizi sağlıyor. Başka bir okuma ile de filmden şunu da çıkarabiliriz; toplumun ailenin koruyucusu ve her daim temel direği olarak atadığı baba figürünün, yine toplum tarafından belirlenmiş etik değerlere bağlı kalarak ve yine toplum tarafından yaratılmış korkunç ekmek kavgası içinde ailesini bir arada tutabilmesi bazen bireysel başkaldırı ile mümkündür. Bu bireysellik çoğu zaman kimse görmeden, ki buradaki kimseden kast edilen toplumun kolluk kuvvetleri veya gözcüleridir, ahlaki değerleri çiğnemek ve yine de temiz kaldığını iddia etmek anlamına gelmelidir. Oysa ki gerçek bireysellik babanın kendisine biçilen rolü reddetmesi olmalıydı diye düşünüyorum. Filmin sonunda içimizi en çok acıtan babayı linç etmeye kalkışanların arasında bisikletini çalanların veya çalmasa bile çalınmasına ses çıkarmayanların yüksek olasılıklı varlığıydı. Film boyunca durumuna üzüldüğümüz baba figürünün belki de biz izleyicilerin onay verebileceği bir eyleminin başarısızlıkla sonuçlanması içimizde adaletin yerini bulmadığı duygusu bırakır. Oysa bu gerçek adalet midir? Filmde hiç görmediğimiz bisiklet hırsızının nedenlerini biliyor muyuz? Hissettiğimiz duygudan ötürü biz de utanmalıyız bence ve bu utanç bize kim olduğumuzu hatırlatmalı.

Filmden çıkardığım başka bir mesaj da, adalet duygumuzu tatmin etmesi için yarattığımız devlet kurumunun bu konuda oldukça yetersiz kalması. Film boyunca polislerin elinden bir şey gelmez. Çünkü olay son derece sıradan, sıkça görülen bir vakadır. Devlet kendi yarattığı meşguliyeti sebebiyle bu tür vakalarda bizi kendi başımıza bırakır. Ya eşyalarımıza sıkı sıkı sahip çıkacağız, ya da kendi imkanlarımızla hırsızı bulacağız. Hangimiz çalınan cep telefonunun peşinden koşturmuştur? Artık bu konuda devleti suçlamıyoruz bile, daha çok kendimize kızıyoruz daha dikkatli olmadığımız için veya en kötü her şeyimizi sigortalatıyoruz, kendimizi güvencede hissedebilmek için. Yine de kendi adıma bu imkanlara rağmen adalet duygumun tatmin olduğunu söyleyemem. Bu konuda birincil sorumlu olarak da devlet kurumunu ve içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal sistemi görüyorum. De Sica’nın böyle bir amacı var mıydı bilmiyorum ama yıllar sonra filmini tekrar izlediğimde anlatılan sefaletin kaynağına olan öfkemi canlandırmıştı. Bir başka görüşe göre de insan doğasını sorumlu tutarsak mevcut adaletsizlikten dolayı, bence işini yapamayanları aklamış oluruz. Ve işini yapamayanlardan kast ettiğim en son zümre polislerdir.

Özetle kendisine biçilen babalık kostümünü reddedemeyen ve onuru pahasına oğlunun gözleri önünde hırsız damgası yemeyi göze alan bir adamın dramını anlatıyor bize De Sica. Filmin sonunda yakalandığı zaman Antonio, kalabalık bir karar vermek zorundadır. Ya adalete teslim edeceklerdir pis hırsızı, ya da oğlunun hatırına affedeceklerdir çaresiz babayı. Yüce gönüllülükle affederler babayı. Bizim ne yapacağımız ise belirsizdir. Gözyaşları henüz kurumamış Bruno babasının elini tutarak eve dönüş yolunda iken halen bunu düşünürüz.

Ödül
Akademi 1949’da en iyi yabancı film anlamında bir onur ödülü vermiştir filme. Aynı zamanda film yine aynı dalda Altın Küre, BAFTA ödüllerini de almıştır. Ülkesinde de sinema yazarlarının verdiği ödüllerde, en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi müzik, en iyi senaryo ve en iyi görsel yönetim payelerini toplamıştır. Ayrıca Avrupa’nın diğer ülkelerinde de ödüle boğulan film günümüzde bir klasik olarak görülmektedir.

Yıllar Sonra
Vittorio De Sica hem yönetmen, hem yazar hem de oyuncu olarak öldüğü sene 1974’e dek sinema dünyasının içinde kaldı. Berlin’de Altın Ayı da aldı, Cannes’da büyük ödülü de. Ülkesinin her zaman saygı duyulan bir sinema duayeni olarak hayata veda etti.
Baba rolündeki Lamberto Maggiorani ve oğul rolündeki Enzo Staiola daha sonra profesyonel oyunculuğu tercih edip genelde İtalyan sinemasında bir kariyer yaratmasını bildiler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder