Cinayet
Sırları – Neil Gaiman & P.Craig Russell
Oldum olası Gaiman’ın çizgi romanlar
için yazdıklarını diğerlerine yeğlerim. Evet kendisi aynı zamanda iyi bir
öykü/roman yazarı ama çizgi roman sanatı için yaptıkları çok daha önemli
benim gözümde. Sadece Sandman serisi bile bu tezimi kanıtlamaya yeter ancak
Gaiman, bir çizgi roman tutkunu olarak o seriyle kendini kısıtlamadı. Beğenilen
birçok çizgi roman daha yazdı. Onlardan biri de Cinayet Sırları. Craig
Russell’ın güzelim çizimlerinin can verdiği Gaiman öyküsü bir çırpıda
okunuyor yine. Anlatmaktan bıkmadığı bir dünyada geçiyor olaylar. Meleklerin
neden bu kadar ilgisini çektiği galiba anlıyorum, bir keresinde ben de o
dünyaya dair bir şeyler yazmayı düşünmüştüm ve biraz araştırma bile
yapmıştım. Tarih boyunca sözü edilen meleklerle insanlık hallerinin
ne kadar örtüştüğünü fark etmiştim. Ne de olsa insan aklının yarattığı bir
kavram, melekler. Onların zaaflarını ve huylarını taşıması normal. Bu kitapta
da mitolojilere benzer bir hikaye anlatılıyor. Bir an gerçeklikten uzaklaşıp
olan bitene inanmaya çalıştığınızda o kadar da zor olmadığını
fark ediyorsunuz. Gerçekten de eğer bir yerlerde melekler varsa ve sürekli
bizleri izliyorlarsa Gaiman’ın çizgi öykülerindeki gibi davranmayacaklar da
nasıl davranacaklar? İsteyen kendi fantezisini düşleyebilir.
Geçen yılın benim için en büyük
kazançlarından biri de Tardi’yi keşfetmek oldu şüphesiz. Bu da oldukça geç
bir keşif sayılır. Olsun, geç olması hiç olmamasından iyidir. Aslında
Tardi’yi ilk bu eseriyle değil Paris Komünü’nü anlattığı çift ciltli epik
yapıtıyla tanıdım. Ama beni asıl etkileyen Siperlerdeydik oldu. Çizginin
gücünü sonuna kadar kullanan Tardi, karakterlerinin her birine başlarına
geleni iç sesleriyle anlattırarak 1.Dünya Savaşı’ndaki korkunç yıkımı kayıt
altına alıyor. Hep ilk dünya savaşındaki askeri yıkımın ikincisine göre daha
korkunç olduğunu düşünmüşümdür. Çünkü eski siper taktikleri geliştirilen
silahlara karşı zavallıcaydı. Metre metre ilerleyen çarpışmalarda ölen yüz
binlerin sorumluluğu o zamanki komutanların boynunda kalacak belki ama çok
değil yirmi sene sonra yeni bir dünya savaşının çıkmasına engel olamayan
siyasiler, din adamları, tüccarlar, bürokratlar, fırıncılar, işçiler,
öğretmenler, müdürler, anneler ve babalar, herkes payı ölçüsünde bu kıyımın
ortağıdır. Siperlerdeydik adlı anlatıdaki askerlerin neredeyse hepsinin ortak
bir özelliği var, cepheye sürülmeyi engelleyemeyecek kadar yoksullar. Çoğunun
geride bıraktığı bir sevdiği var. Hiçbiri eceliyle ölmüyor. Savaşın
korkunçluğu defalarca anlatıldı, yazıldı, çizildi, resmedildi. Tekrar o
perdeyi aralamak istemeyebilirsiniz. Ama günümüzde benzeri şiddetin tüm
hızıyla devam ettiğini gördükçe insanlığın böylesi eserlere olan ihtiyacının
hiç de azalmadığını düşünüyorum.
Tamirci
– Bernard Malamud
Ülkemizde akıldışı bir adaletsizlik
hüküm sürmekte. Şu günlerde akıl sağlığımızı korumak öncelikli amacımız. Bunu
becermenin yollarından biri de benzer zamanlarda yaşayanların tecrübelerinden
faydalanmak. Tamirci’yi okumaya karar vermemde dertleşecek bir dost
arayışımın etkisi çoktu. Olan biten hukuksuzlukları çevremdekilerle
paylaşıyordum ama yetmiyordu. Malamud’un çoğu kişi tarafından başyapıtı
olarak değerlendirilen eserini okumayı bitirdiğimde utanılası bir ferahlama
yaşadım. Utanmalıydım çünkü başkalarının acısından ferahlama çıkarmamalıyım
ama sonunda beni anlayan birini bulmuştum ve rahatlamama engel olamıyordum.
Şunun için rahatlamıştım, ne çok umutsuzluğa düşsek de tarih gösteriyor ki
böyle zamanların hep sonu olmuş. Elbette bu değişmez bir sonuç değil,
mücadele edilmediği takdirde hiçbir şey düzelmez ama öte yandan mücadeleyi de
küçümsememek gerek. Bugün zayıf görünen veya ne işe yaradığını bilmediğimiz
tepkiler sönmedikçe çoğalacaktır, en azından yok olmayacaktır hiç ve
Tesla’nın teorisine göre yeryüzünde bir noktaya hiç sektirmeden sürekli bir itme
hareketi uygularsan başka bir noktada mutlaka bir yıkıma/depreme yol açarsın.
İşte romandaki tamircinin direnci bana hep bunları hatırlattı. Kendisi
bile ona inanmayı bıraktığında, o halen doğru bildiğini savunmaya devam ediyor.
Doğru yanlış bazen karışıyor ama aklımızı korumak da kendi elimizde. Malamud
Usta aklımıza mukayyet olmak için güvenilir bir kaynak.
Güneş
de Doğar – Ernest Hemingway
Aptalca önyargılarım yüzünden
Hemingway’den geçen seneye kadar hep uzak durdum. Çanlar Kimin İçin Çalıyor’un
kötü bir çevirisi yıllarca kitaplığımın okunmamış demirbaşı oldu. İlginç olan
onca ev değişikliğine rağmen bu romana sahip çıkmış olmam. Bir yandan
görmezden geliyor bir yandan da atamıyordum. Geçen sene izlediğim bir film
sahnesinde gördüğüm Hemingway kitabı içime hazretlerini okuma sevdası saldı.
Kudurmuş gibi evden fırlayıp en yakın kırtasiyeden -evet kitapçı değil
kırtasiye!- ilk romanı olan Güneş de Doğar’ı satın aldım. Gençliğimden beri
ilk kez kırtasiyeden kitap alıyordum. Ayrı bir hissi vardır, özlemişim. Çok
beklememe gerek kalmadan aldığımın ertesi günü romanı yalayıp yutmuştum bile.
Bir kitaba kapıldığınızda sıkışık metrobüs, ağlayan bebek, yığınla birikmiş
e-postalar, gürültülü TV, çekici oyunlar, hepsi gözünüzde değersiz
mazeretlere dönüşür, hiçbiri okumanıza engel olamaz. Allah’ı var, Hemingway
de okuru avucunun içine nasıl alacağını iyi biliyor. Ama şunu da söylemeliyim
ki Hemingway akıcı bir yazar olmanın çok ötesinde bir üstat. İki söz, bir
sessizlik anı, ufak bir betimlemeyle anlattıkları günlerce aklınızda yer
ediyor. Bazen öyle bir sahneyle karşılaşıyorsunuz ki olduğunuz yere
çakılıveriyorsunuz, içinize bir ağırlık çöküyor, ya da tam tersi odanız size
dar geliyor, çıkıp gitmek istiyorsunuz. Hazretlerin sevdiğim bir sözü vardır,
“Dürüst olmayan tek bir cümlem yoktur”
gibi bir şeydi, onu okurken ne demek istediğini daha iyi anlıyorsunuz.
Bu romandan sonra Silahlara Veda’yı da okudum ve biraz da öykülerini ama
hiçbiri beni ilk romanı kadar çarpmadı. Çanlar da halen o eski kopyasıyla kitaplığımda
tozlanmaya devam ediyor. Onun hiçbir günahı yok, tüm suç benim.
Çocuklar
Kalıyor – Alice Munro
Munro hakkında neler hissettiğimi önceki
bir yazımda çokça anlatmıştım, tekrarlamak istemiyorum ama öyküleri hakkında
birkaç kelam daha etmek isterim. Nobel’i aldıktan sonra geçtiğimiz günlerde
bir öykü toplaması daha yayınlandı Türkçe’de ve böylece hali hazırda
kitapçılarda bulabileceğiniz üç Munro kitabı var. Aralarında en çok Çocuklar
Kalıyor’u sevdim ben ama dileyen istediğinden başlayabilir, esasen biri
diğerine göre daha ön plana çıkıyor diyemem. Çocuklar Kalıyor’un aklımda
diğerlerine göre birazcık daha kalmasının sebebi okuduğum ilk Munro olmasıdır
belki. İlginç olan, öykülerin başkarakterlerinin çoğu kadın olmasına rağmen
bendeki izlenimleri tamamen cinsiyetsizdi. Arada bir anlatılanlar acaba
yazarın başından geçmiş olabilir mi diye düşünmedim değil ama öyküler öyle
bir anlatılıyor ki kendinizi metne kaptırdığınızdan aklınıza gelen son soru
bu oluyor. Öykülerin gerçekçiliği ortadayken bu soru manasını yitiriyor. Munro’nun
tercih ettiği anlatım biçimi, zamanın akışını kırarak olayların sebep sonuç
ilişkileri üzerinde yarattığı akıl çelmeleri, karakterlerin iç dünyalarına
nüfus edebilmesi ve tüm bunları ortalama kırk sayfayla yapabilmesi hayranlık
verici. Çoğu yerde öykülerinin bir roman kadar derinlikli olduğu söylenir,
ben biraz daha ileri gidip bazı öykülerinin okuduğum çok romandan daha fazla
şey anlattığını rahatlıkla söyleyebilirim. Munro okuduktan sonra öykü okumak
ve yazmayı neden bu kadar çok sevdiğimi bir kez daha anladım.
Cevdey
Bey ve Oğulları – Orhan Pamuk
|
Üniversitede hiç Orhan Pamuk okumadım.
Herkes Yeni Hayat’tan bahsederken ben özellikle uzak durdum. Meşhur ilk cümle
bile merakımı cezbetmedi. Sanırım popüler olana ön yargılarım yüzünden Yeni
Hayat’a hiç şans vermedim. Sonra Benim Adım Kırmızı çıktı ama onu da
okumadım. O zamanlar adı yanlış hatırlamıyorsam Ahmet Altan ile beraber
anılıyordu ve ikisini de okumamaya neredeyse yeminliydim. Okul bitti, iş
hayatı başladı ve bir öğleden sonra hayatımın en gurur verici anlarından
birini yaşadım. Türkçe yazan bir yazara Nobel ödülünü vermişlerdi. Türkçe
anadilim olmasa da en iyi bildiğim dildi -dürüst olmak gerekirse doğru düzgün
konuşabildiğim ve yazabildiğim tek dil- ve kim ne derse desin bu şekilde
ödüllendirilmesinden gurur duymuştum. Üstelik Türkçe edebiyatın dünya
kültüründeki yerine dair de umutlarım artmıştı. Böyle konular oldukça
sübjektiftir ve çok kimseye göre o yer zaten vardı ve bunun için herhangi bir
prestijli ödüle gerek yoktu. Anlayabileceğim bir açıklama ancak kabul etmek
gerekir ki böylesi yüksek ilgi gören ödüller sahiplerine ve mensubu oldukları
ülke edebiyatlarına da ilgiyi artırır. Daha çok kitapseverin Türkçe yazılmış
kitaplara ilgi duyması da yazmak ve okumak isteyen herkesin için için
dileğidir. Son derece de doğal bir dilektir bu. Başlangıçta herkes ekran/defter/kağıt başına yazmak için otursa da sonunda elbette okunmak ister.
Nobel’e rağmen hemen Pamuk okumadım.
Hemen kızmayın bana, geçerli olmasa da kendimce bir sebebim vardı. O zamanlar
Kar adlı romanı gündemdeydi ve benim eleştirilere haddinden fazla kulak
astığım yıllardı. Üstelik yeniden popüler olmuştu ve bu benim onu okuma
isteğimi artırmıyordu maalesef. Söyleşilerini ilgiyle takip ediyordum, fırsat buldukça edebiyat harici yazılarını da okurdum, hatta sanırım İstanbul
adlı denemesini de biraz okudum diye hatırlıyorum. Neyse ilk Pamuk romanı
okumam için Masumiyet Müzesi’nin yayınlanması gerekti. Roman sürükleyiciydi,
ilk okunacak Pamuk romanı değildi elbet ama bana dokundu. Bir yandan onu
Orhan Pamuk yapanın bu roman olmadığını biliyor, öte yandan romancılığıyla
-belki de bir tek ben- bu romanla tanışmış olmaktan dolayı gizli gizli övünüyordum.
Ne övünç ama! Birkaç sene daha başka Pamuk romanı okumadım, belki bu övüncü
bozmamak için. Ta ki önceki seneye kadar. Sessiz Ev ile başlayan Orhan Pamuk
okuma serüvenim, Kar ile devam etti, şimdilik Cevdet Bey ve Oğulları ile
sonlandı. Ama son durak değil burası, sırada Kara Kitap veya Beyaz Kale var,
hiçbir şey için olmasa bile o saçma övünç duygusundan kurtulmak için Pamuk
külliyatını bitirmeyi amaçlıyorum.
Cevdet Bey ve Oğulları, belki de
Pamuk’un en gizlediği romanı. Muhtemelen ilk olmasından ötürü hatalarının çok
olduğunu veya fazla toyca yazılmış olduğunu düşünüyor. Bana kalırsa, evet
arada sırada toyluk demeyeyim ama hayallerine, hikayesinin büyüsüne kaptırmış
bir yazarın sesini duyuyoruz romanda ancak oldukça yetkin bir ilk roman. Hatta
ilk roman diyerek kestirip atılmayacak zenginlikte. Pamuk, çok sevdiği Buddenbrook
seviyesine çıkmayı başarıyor yer yer. Sessiz Ev’den sonra yeni sulara yelken
açan Pamuk, Masumiyet Müzesi’yle başladığı noktaya dönmüştü, şahsi tercihim
denizin bu tarafında yaratmaya devam etmesi. Belki daha az tuzlu buranın suyu
ama içinde yüzmesi kolay, üstelik dibi merak eden herkes derinlere dalmakta
serbest.
Grafik
Kanon Seti / Cilt 1 - Kolektif
Milliyet Kardeş günlerinden beri çizgi
romanların hastasıyım. Ama Asterix’in altından çok sular aktı. Yeni
hikayeler, yeni tarzlar, yepyeni çizimler önümü açtı. Özellikle İstanbul’a
taşındıktan sonra keşfettiğim çizgi roman dükkânları yepyeni yeteneklerle
tanışmama sebep oldu. Ancak işte yine de yetmiyor. Bu dünya engin bir dünya ve
gelişimini takip etmediğin sürece arkada kalmaya mahkumsun. Geride
bıraktığımız sene gözlerimize ve dimağımıza sunulan Grafik Kanon Seti için Kolektif
Kitap’a ne kadar teşekkür etsek az. Zorlu ve hayli riskli bir proje
üstlenmişler. Sınır ötesinde görüp bayıldıkları üç ciltlik bu devasa
derlemeyi ülkemize getirmeyi başarmışlar. Hem de gayet başarılı bir Türkçe
ile. Gılgamış’tan, Tükenmeyen Nükte’ye kadar seçme bir edebiyat tarihi
yolculuğuna başarılı çizimler eşliğinde çıkmak isteyen herkese öneririm. Tek
kötü tarafı şu, bazıları o kadar başarılı ki bittiği için üzülüyorsunuz ve
eserin tamamına ulaşmanın yollarını arıyorsunuz. Eh, bu da epey sabır veya
bütçe gerektiriyor.
Tiffany’de
Kahvaltı – Truman Capote
Filmini izleyip bu kısa ama müthiş roman
hakkında kesinlikle bir önyargıya varmayın. Evet film kendi başına bir
başyapıt, Hepburn her daim o filmle yaşayacak ancak Capote’un novellası en az
filmi kadar hatta bence filminden çok ilgiyi hak ediyor. Gerçi o da tarihte
yerini aldı zaten ama henüz Capote ile tanışmayanlar varsa onlara lafım.
Yazar karakterlerini iyi tanıyor öncelikle ve kusurlarıyla birlikte hepsini
çok seviyor. Gerçi sevmekten çok, onlarla yaşıyor diyebiliriz, belki geçmişte
yaşamıştır bile. Ama en büyük başarısı bu değil, öyle olsaydı yetenekli bir
yazardan daha fazlası olmazdı, Capote’un farkı anlattığı hikayenin nerelere
dokunabileceğinin farkında olması ve ustaca o noktalardan uzak durarak ama
varlığını da hissettirerek çevresinde dolanması. Hayır, gerçekleri dolaylı
yoldan aktarma çabası değil bu veya açıklık yerine kapalı anlatım çabası da
değil, öyküsünü anlatırken bilmemiz gerekeni sadece sunuyor bize. Geriye
kalan fazla çünkü, hayal gücümüze yer bırakmaz. Hikayenin hüznü de
anlatılanlardan değil anlatılmayanlardan kaynaklı.
Berlin’de Munro ararken keşfettim bu
kitabı. Zinn ve bu büyük eseri hakkında kulak dolgunluğum vardı ama içimden
daha önce hiç kendisini okumak gelmemişti. Yine katil Amerika önyargıları
yüzünden. Sonra başka bir kitap ararken karşıma çıktığında hemen çevirip
arkasına, fiyatına bakmadım. Çizgilerle anlatılan tarih küçüklüğümden beri
ilgimi çekmiştir ve bu koca kitap rafta arkadaşlarının yanında oldukça
heybetli duruyordu. Bütçemi aşmıyordu aslında fiyatı ama yine de tereddüt
ettim alırken. Sonra bir daha bu kitaba erişme şansımı biraz da yanlıca
tekrar hesapladığımda fazla düşünmedim. İyi ki de almışım, İstanbul’a dönene
kadar tren, havaalanı, uçak derken neredeyse bitti. Bir tarih kitabının bu
kadar sürükleyici olmasına şaşırabilirsiniz, üstelik anlatılan tarih bize
hayli uzak. Ama gerçekten öyle mi, kitabı okumaya devam ettikçe
anlatılanların aslında hayatımızın ne kadar içinde olduğunu hayretle fark
ediyorsunuz. Zinn lafını sakınmıyor, eleştirinin gücünün farkında. Arada bir
hepimiz gibi umutsuzluğa da düşüyor ama çıkış kapısını bize gösteren de yine
o. Belki ABD tarihi ilk bakışta ilgi çekici görünmeyebilir, ancak peşin
hükümlü olmayın derim ben. Şükür, Türkçe’de Zinn basıldı, satılmaya devam
ediyor. Merak eden herkesin okumasına açık. Özellikle ortalığın kızıştığı şu
günlerde tarih okumaya her zamandan daha çok ihtiyacımız var bence.
Buz ve Ateşin Şarkısı 5. Kitap / Ejderhaların Dansı Kısım 2 - George R.R.Martin
Dizi kitabı okumak ayıp değil, günah
değil. Fantastik edebiyat da keza öyle. Üstelik George R.R.Martin tarafından
yazılmışsa. Buz ve Ateşin Şarkısı çoktan efsaneye dönüşmüş durumda.
Televizyon ekranlarından Martin ile tanışanlar için seri dizi kitabı olarak
görülse de gerçekte Game of Thrones bir kitap dizisi. Martin, gözdesini
kimselerin sorumsuz ellerine teslim edemezdi ve dizinin senaryosunu da
kontrol altında tutuyor, iyi de yapıyor. Seriyi okumayanlar için özetlemek
kolay değil ama afiş cümlesiyle konuşmamız gerekirse, ilk kitabın isminde
olduğu gibi tüm seri sert, kanlı bir iktidar mücadelesini anlatıyor. Bunu
anlatırken, insanoğlunun ne kadar acımasız, cahil, aptal, kahraman, sinsi,
zeki, güzel, talihsiz, kindar, fesat, güçlü, hayalperest, cömert, vahşi,
çaresiz, cesur ve korkak olabileceğini gösteriyor. Özenle yaratılmış
karakterleri çevrenizden biri gibi sahipleniyorsunuz veya nefret ediyorsunuz.
Dizi de görselliğiyle bu etkiye katkıda bulunuyor aslında ama esas malzeme
kitaplarda. Bana sorarsanız ikisi bir arada gayet güzel işliyor, sabredenlere
birlikte okunmalarını tavsiye ederim ama benim gibi sabırsızlar beşinci
kitabı çoktan okuyup bitirmiştir bile. Beşinci kitabın temposu öncekilere
göre biraz daha ağır, bunda olayların dördüncü kitapla paralel zamanda
geçmesi etken sanki. Yine de özellikle sonları bir solukta okunup
bitiriliyor. Altıncı kitabı tüm dünyayla birlikte beklerken serinin sonsuza
kadar sürmesini diliyoruz ama biliyoruz ki bu mümkün değil, en azından
layıkıyla bir son beklemek hakkımız. Eh, bunu da George R.R.Martin’den başka
kim başarabilir ki?
|
kim?
yaşamayanbilir
14 Ocak 2014 Salı
Bitmiş bir yıldan arda kalan okumalar - III
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
gaiman bitte schön.
YanıtlaSil:)
tardi bilmiyom galiba.
güneş de doğar okudum sahafta buldum varlık yayınları sarı kapak.
malamud biliyom da sanırım okumadım gibi.
munro yazdım geçen gün. nefret, vb. kitabına bayıldım valla.
gündelik sıradan yaşam öykülerini pek severim.
amerikan yazarlarının da var böle eserleri.
sam shepard örneğin çok çok iyi ya.
cevdet tek sevdiğim pamuk romanı.
capote oleeey.
martin okuycam hala giremedim çok kitabı var ya.
şu empire. uyar bana da.
grafik kanon seti. şu anda hatırlayamadım. ama alcam en kısa zamanda o zaman.
bütün çizgileri sürekli okuyom ya.
asteriks yenileri tenten red kit ve sonra müthiş dylan dog ve sonra corto maltese.
çok var çok.
enki bilal öğütlerim bak.
senin gibi iyi bir okur bulmak iyi oldu.
bak ben de genelde gecede bir kitap bitiririm.
birbirine hiç benzemeyen türlerde okuyom.
şu anda 60'lar türk rak müziği ve sahne tasarımı kitapları okuyom.
sonra balina kuyruklarına geçiyom ordan mangaya ordan kuzey polisiyesi ordan fransız edebiyatı böle gidiyo işte.
:)
yakınlarda john fowles ve henry miller'ları bitirdim.
yazar yazar gidiyom işte.
:)
heeey bu arada gördün mü ilk kitabım çıktı.
YanıtlaSilbilemedim şimdi gördün mü aceba.
:)
gecede bir kitap mı!! ne hız! bu hızla okumaktan yazmaya zaman ayırman da ayrıca takdir edilesi. ben ancak haftada bir kitap bitirebiliyorum. evdekilerin yarısı bekliyor okunmayı.
Siltürler arası çılgın geçiş bende de var ama ağırlıklı olarak öykü-roman okuyorum. geçen hafta sonu gün gezgini adında bir çizgi roman okudum. tam senlik. bu haftada da berlin üçlemesinin ilk iki kitabını bitirdim. kitapçının önerdiği bir başka çizgi romana başladım. arada pamuk, hemingway okumaya devam. sonra da belki china mieville okurum diyorum.
fowles dan büyücü , miller dan da yengeçli kitabı var bende ama ikisini de henüz okumadım.
ben de yazıyorum biraz, öykü filan. şimdilik nereye gider, bilmiyorum, iyi olduğundan emin olana dek denemeye devam edecem. senin deneme kitabını gördüm. alırım. okuduktan sonra yorumlarımı atarım.
bloga yazı girince gelip bana söleseneee.
YanıtlaSilbiloklara üye olmuyom da ondan yanii.
:)
anlaştık. ilk sana haber veririm. ama pek sık yazmıyorum ben bloga.
Silbu arada kitabının siparişini geçtim, gelmesini bekliyorum.