kim?

yaşamayanbilir

3 Ocak 2014 Cuma

Bitmiş bir yıldan arda kalan okumalar - I



2008’den beri internetten satın aldığım kitapların kaydını tuttuğum bir dosyam var. Böyle bir dökümün sonucunda ilginç verilere ulaşabiliyorsunuz. Örneğin aldığınız kitapların yüzde kaçını okuduğunuz. Beş senedir kitap sitelerine bütçenizden ne kadar ayırdığınız. Yılın hangi aylarında en çok kitap satın aldığınız. Kendinize, eşinize ve çocuklarınıza, çevrenize aldığınız kitapların toplam tutarın içindeki oranı. Aldığınız kitapların tür dağılımı. En çok okuduğunuz yazarlar ve ülke edebiyatları. Liste dileğinize göre uzayıp gidebilir. Neden böyle bir analize girer insan? Çünkü okur hem bir okurdur hem de kitapsever. Meraklı bir kitapsever. Bir nesne olarak da kitabı sever, yanında taşımaktan hoşlanır. Son zamanlarda teknoloji sayesinde bu taşıma meselesi ağırlığından kurtuldu ancak halen kitapların yükünü taşımaktan vazgeçmeyenler var. Ufacıkken tanıştığım hamur baskı kokusunu kolay kolay bırakacağımı sanmıyorum ama cebinde kitaplığını taşımayı tercih edenlere de lafım yok. Okumanın yöntemini önemsemem, nasıl okunduğu daha önemli. Herkes en rahat ettiği şekilde okusun yeter.

Yöntemler ve verilerin analizi üzerine daha fazla laf etmeden, geride bıraktığımız yılın bende iz bırakan kitaplarına geçmek isterim. Bazılarını çok geç okumuş oldum, bazılarını çıkar çıkmaz. Bazılarının çıkmasını dört gözle bekliyordum zaten, bazılarınıysa aldıktan sonra bir köşede unutmuşken keşfettim. Bazılarını tamamen tavsiyeyle, hakkında hiçbir şey bilmeden okudum, bazılarınıysa sırf konusunu merak ettiğim için. Ne olursa olsun sonuç değişmedi, her kitabın son sayfasını bitirdiğimde okuduğum için kendimle iftihar ettim.

Herhangi bir sıralama mantığı gütmeden;

Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şöförü - Etgar Keret
Keret’i bana sevdiğim bir arkadaşım tavsiye etti. Aslında tam olarak bana tavsiye etmemişti, başka bir arkadaşıma yazdıklarıyla kıyaslasın veya belki de ilham alsın diye tavsiye etmişti. Ama üzerine görev alan ben oldum. Daha önce kısa öykü okumuştum elbette ve çok kısa öyküler hakkında bilgim vardı ancak Keret’in öyküleri yine de beni şaşırttı. İki sayfa sürmesiyle de ilgisi yok aslında. Öyküye bakış açımı değiştirdi. Nelerin öykü olup olmayacağı konusundaki katı fikirlerimi yerle bir etti. Aynı zamanda yaratıcılığın nerelere kadar uzanabileceğini de bir kez daha gösterdi bana. Seçtiğim derlemesi en iyi mi bilmem, beni en çok etkileyen oldu. Zaten satın alırken de set olarak almıştım. Belki de tek kelimesini okumadan setini satın aldığım ilk yazardı. Setteki diğer derlemeler de Keret okumak isteyenler için başlangıç olabilir. Bir yerden başlayın işte.

Yüzyıllık Yalnızlık – Gabriel Garcia Marquez
Yakın zamanda Marquez’in heykeli dikildi. Dediklerine göre bunama belirtileri gösteriyormuş. Ursula’nın bizi terk etme vakti gelmiş demek. İyice çölleşecek buralar desenize. İlk okuduğum Marquez, Kırmızı Pazartesi’ydi. Sonra Kolera Günlerinde Aşk’ı hevesle almıştım ama nedense okumadım hiç. Böyle şeylerin nedeni bilinmez. Artık işi perilere bıraktım, onlara katiyen inanmasam da kendim bir açıklama getiremediğim için işin kolayına kaçarak perilerin işi diyerek kestirip atıyorum. Yüzyıllık Yalnızlık’ı okurken daha önce bu romanı okumadığım yıllar için hayıflanıp durdum. Öyle ki belki 20 sene önce okusam hayatım çok farklı olurdu. Kitaplar hayatları değiştirebilirler mi? Hep inanmak istediğimiz bir gizem. Romana dönersek, bendeki kopyasında enteresan bir eksiklik vardı. Albay’ın savaşa gittiği yaklaşık 20-25 sayfa eksikti. Daha doğrusu başka sayfalar bu 20-25 sayfa yerine yanlışlıkla tekrar basılmıştı. Garip olan şu, ben eksiğin farkına hemen varmadım. Diyeceksiniz nerenle okuyorsun romanı, hemen yargıya varmayın lütfen, romanın dili öyle sarmıştı ki beni, klişe olsun da bizden olsun, büyülenmiştim adeta ve şaşkın şaşkın ne çıkarsa karşıma okuyordum. Marquez kalkıp yemek tarifi yazsa onu da şaplanmış gibi okurdum. Bir de olaylar hep bir döngü içinde geliştiği için zamandaki atlama beni rahatsız etmemişti. Arada kaynayan zamanın tekrar karşıma çıkacağını düşünüyordum. Ne zaman ki hatalı sayfalardaki cümleler romanın ilerleyen bölümünde kendini tekrarlamaya başladığında bu işte bir gariplik var deyip kontrol ettim. Evet apaçık bir hatalı basımdı karşımdaki. Can yayınlarına gidip yenisiyle değiştirme hakkım olduğunu biliyordum. Ama yine de gitmek istemedim, belki saçma bir seçkinlik olarak düşüneceksiniz ama bendeki kopyanın eşsiz olma ihtimali hoşuma gitmişti. Bir gün romanı tekrar okumak istediğimde gidip yenisini alırım mutlaka ama elimdeki kopyayı hep saklayacağım. Ne de olsa romanı bitirdiğimde sarsılmış halde, karanlıkta bir başıma yolculuğun bitmesini beklerken yanı başımdaydı.  

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört – George Orwell
Daha önce defalarca bu başyapıtı okumaya çalıştım. En fazla Winston ve Julia’nın boş tarlada seviştiği sahneye kadar gelebilmiştim. Sorun yazar ve dili değildi, sorun anlatılan da değildi. Sorun bendim, bir türlü anlatılanların gerçekliğine kapılamıyordum. Böyle bir dünyanın olamayacağını düşündüğüm için değil, daha çok insanoğlunun böyle bir dünya yaratabileceği düşüncesi beni rahatsız ediyordu ve okumak canımı acıtıyordu. Bir de romanın iki kutup tarafından farklı nedenlerle propaganda aracı olarak kullanılmasından da rahatsızdım. Aslında bu rahatsızlığın giderilmesi için en iyi yol onu okumaktır ama işte dediğim gibi yapamıyordum, daha fazla ilerleyemiyordum. Gezi devrimi süresince ve sonrasında en çok bu romanı okuma ihtiyacı hissettim. Artık yüzleşmem gereken bir devlet terörü söz konusuydu ve bunu yapmadığım sürece bildiğim doğrulara ve ortak doğrularımız için savaşan herkese ihanet etmiş olacaktım. Romanı bitirdiğimde kitap hakkındaki sorularımdan arınmıştım. Yepyeni sorular vardı karşımda. Gariptir bu romandan etkilenen çok sayıda başka kurmaca eserler okudum, izledim, hatta bu romana öncülük edenleri bile okudum ama kendisini okumak yine de faklı bir etki yarattı üzerimde. Hiçbir şey özgün olanın yerini tutmuyor. Sonuç olarak bu başyapıtın neden propaganda aracı olarak kullanıldığını anlıyorum ama bu onun tüm o kısır siyasi tartışmaların ötesinde şahane bir kitap olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Bakir İntiharlar – Jeffrey Eugenides
Filme uyarlanmış romanları, filmlerini izledikten sonra okumaktansa tam tersini yapmak aslında tercihimdir. Ancak bazen bazı romanlar filmlerinden sonra karşıma çıkar. Coppola’nın debut filmi zihnimden uzun süre çıkmamıştı. Müzikleri halen arada sırada kulağımı ziyaret ediyor. TV’de rast geldiğim her seferinde kendimi sonuna kadar filmi izlerken buluyorum. Böylesine bir ilgiye rağmen uyarlandığı romanı okumak hiç geçmemişti aklımdan. İtiraf etmem gerekirse bir romandan uyarlandığını bile bilmiyordum. Bazen böyle olur, bazı filmler hakkında çok fazla araştırma yapmak istemem, özellikle kendi başıma keşfettiklerim için. Bu filmi ilk izlediğimde ne sinemalarda gösterime girmişti, ne adı sanı dergilerde çıkmıştı. O zamanlar, ki bahsettiğim zamanlar bugünle kıyaslandığında milat öncesi olarak bile nitelendirilebilir, sinemalarda gösterilmemiş filmlere ulaşmanın iki yolu vardı, ya varsa netten yabancı sitelerden cd/dvd sipariş etmek, ya da korsandan almak. İnternetle telefonu bir arada kullanamadığımız zamanlardan bahsediyorum ve o günlerde internetten film izlemek için boğazda villan falan olması gerekiyordu, ya da peygamber sabrı. Sinefil bir öğrencinin yukarıda saydığım seçenekler içinden tercih yapması çok zor değildi anlayacağınız. Sinema çekimi falan dinlemeyip harçlığımı ucuz cdlere harcardım bol bol. Bu filmi de ilk izlediğim format çift cdli, kötü altyazılı, berbat bir sinema çekimiydi. Çöplükte elmas bulmak gibiydi(bkz eternal sunshine…).
Yıllar sonra Eugenides adını ilk defa her yerde karşınıza çıkabilecek bir en iyiler listesinde gördüm. Middlesex adlı romanı fazlasıyla övülüyordu. Önce çok üzerinde durmadım ama sonra takip ettiğim bir blogda kendisinden neredeyse kutsal kitap gibi bahsedilince radarıma aldım. Yazarın başka kitabı var mı diye bakınca da, bom, karşıma Bakire İntiharlar çıktı. Middlesex yarım kaldı. Hem de tam ortasında. Aslında ilgi çekiciydi, roman İzmir’e de uğruyor ve bize okutulan tarihi farklı bir pencereden dinleme şansına da sahipsiniz ancak yine perilere suçu atarak romanı bitiremedim. Zamanı değilmiş deyip önceki romanına başladım. Filmini de izlemiş olarak açıkçası daha çok merak ettiğim bu romandı. Yazarların ilk romanlarına hep ayrı bir ilgi duymuşumdur. Edebiyata nasıl atıldıklarını hep merak ederim ve ipuçlarını en çok ilk eserlerinde ararım. Eugenides gazetecilik geçmişinden ötürü müdür bilinmez, bu romanında gerçek olaylara dayanan trajediyi son derece tarafsız bir gözle aktarıyor. Ama işte usta yazarlara has bir şekilde onu okurken size tarafınızı seçme şansı sunuyor. Açıkçası illa bir taraf da seçmek durumunda değilsiniz, önemli olan okuduklarınızdan ne kadar etkilendiğiniz. Bakir İntiharlar etkileyici bir anlatı. Esinlendiği gerçek olayların ilgi çekiciliğine yaslanmadan ve bence kimsenin anısına saygısızlık etmeden yumuşakça ele geçiriyor okuru ve sonuna kadar okutuyor. Benim gibi yapmayın, önce romanı, sonra filmi yiyip bitirin. Lezzet garanti.

Lanet Takım – David Peace
Bu kitap kimin için yazılmış olabilir? İngilizler için mi? Erkekler için mi? Futbolseverler için mi? Notthingam Forest taraftarları için mi? Brian Clough için mi? Yoksa sadece edebiyatseverler için mi? Futbol ile ilgili yazmak bence kim ne derse nesin tehlikelidir. Hele bir de gerçek bir kahramandan kurgu karakteri yaratmak ciddi cesaret işidir. Peace, bu işe kalkışacak kadar taşşaklı bir yazar. Üstelik yazdığı karakter ondan beter. Belki yazar gerçekten de Clough’un cesaretinden ilham almış olabilir. Kim için yazmış olursa olsun romanın derdi okur değil. Onu bilgilendirmek ya da gözüne girme peşinde de değil. Öfkeli bir adam var, kendince haklı sebepleri olan, roman boyunca öfkesinin onu yetiştirmesini okuyorsunuz. Sonunda, romanın değil ama mücadelesinin sonunda, öfkesini yenmeyi başarıyor. Ya da bu tamamen benim varsayımım. Seçilen dil bazıları için rahatsız edici olabilir, öyleleri kaldı mı emin değilim gerçi, ama romanın tonuna ve karakterin ağzına şıp diye oturuyor. Bir yandan son derece sürükleyiciyken derinden sızdırdığı bir derdi var romanın, sırf onu keşfetmek için bile okumaya değer. Üstelik olayların ülkemizde geçtiğini hayal edip Clough yerine son derece tanıdık birilerini koymak da tamamen serbest.

Sırça Fanus – Sylvia Plath
Bazı kitaplar vardır ki yazarlarından ayrı düşünülemezler. Tezer Özlü’nün eserleri misal. Veya Sait Faik bütün öyküleri. David Foster Wallace, Proust gibi ecnebi örnekleri de çoğaltabiliriz. Kendilerini eserleriyle bütünleştirmişlerdir ve belki bunu çok istemeseler de her okunduklarında yaşam öyküleriyle birlikte akla gelirler. Sırça Fanus, kanımca bu tür kitapların ağababasıdır. Uzun süre uzak durmaya çalıştım bu nadide başyapıttan. Neden bahsettiğini, neden yazıldığını, neye yol açtığını biliyordum çünkü. Plath’in hayatını öğrendiğimde, akabinde izlediğimde (film hayal kırıklığıdır bu arada benim için) neyle karşılaşacağımı az çok tahmin edebiliyordum. Elbette bu yersiz ve daha fenası hadsizce bir yargıydı. Plath’in şiirleriyle oyalandım ben de. Oyalanmaktan çok efsanenin çevresinden dolaşmaya çalışmak diyebiliriz. Yazık ki şiir denen meret çevrilince etkisini neredeyse yarı yarıya yitirir ve benim İngilizcem Plath’i kendi dilinden okuyacak kadar yetkin değil maalesef. Belki düz yazıyı biraz ama şiirleri asla. Sonra bir gün, hep dedikleri gibi, ansızın bir gün Sırça Fanus okuma cebime giriverdi ve bitirilene kadar çıkmadı. Korkularımın ne kadar anlamsız olduğu daha kitabın ilk sayfalarından ortaya çıkmıştı. Siz siz olun bir yapıtı kesinlikle önyargılarınızla değerlendirmeyin. Plath, coşkusunu bir an bile kaybetmeden ilk sayfalardan itibaren sizi avucunun içine alıyor ve birlikte girdiğiniz sarmallardan çıkmanıza yardım ediyor. En azından bana yardımı çok dokundu. Kitabı bitirdiğimde ona yardımının karşılığını verebilmiş olmayı diledim. Boş bir dilekti, hiçbir kıymeti yoktu artık. Ölümden sonrası benim için karanlıktan ibaret, bizi terk etmiş canlara verebilecek neyim var ki? İşte, tek yapabildiğim ardından bize bıraktıkları hakkında faydasız kelam etmek. Korkmadan, göğsünüzü gere gere Sırça Fanus’u okuyabilirsiniz.

Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz – Raymond Carver
Carver, öykülerini ilk zamanlar otomobilinde yazarmış. Evde bunaldığı zamanlar dışarı çıkıp direksiyonun başına geçer, sürücü koltuğunda daktilosunu bilmiyorum belki de arka koltukta veya tıklatır dururmuş. Yanlış hatırlamıyorsam, yani ben öyle hayal etmediysem, sonraları evinde yazabilecek duruma geldiğinde bile çalışma odasına bir sürücü koltuğu almış, onun üzerinde yazmaya devam etmiş. Bilmiyorum, belki de Salinger’di öyle yapan. Ama doğrusu Carver’a da pek yakışırdı böylesi. Öykülerini okurken sanki arabanın penceresinden dışarıyı izliyor gibiyimdir çok kez. Ya da belediye otobüsünün camından köprüyü ve altından akan kirli suyu izler gibi. Böyle sahneler çoğumuzun başına gelmiştir muhakkak ve yine büyük bir kısmımız öyle anlarda dayanılmaz bir yaratım/aktarım sancısı çekeriz. Sanki biri elimize kalem, gitar, fırça verse o an dünyayı değiştirecek eseri ortaya çıkaracağız. İşte Carver, böyle anların esas öykücüsü. Kesinlikle dünyayı değiştirme niyeti yok, hatta tek bir insanı bile değiştirmeye gücünün yetmeyeceğinin farkında. Onu büyük kılan da bu. Biz elimize kalem vermeyenlere küfredip hayıflanırken, o direksiyonun başına geçip öykümüzü yazıyor. Hem de bizi hiç tanımadan. Tanıdığı birkaç kişi yetiyor ona. Hep Carver’ın gücü, dilinin basitliğinde ve anlattığı öykülerin sıradanlığında yatar denir, doğrudur, ancak unutulan veya görmezden gelinen bir yeteneği daha vardır yazarın, neyi anlatacağını çok iyi bilir. Baştan kararını vermiştir ve muhtemelen en çok da ayrıntıları özellikle tasarlamıştır. Çünkü az ama öz anlatımın bayağılaşmaması için detaylara fazlasıyla özen göstermek gerekir. Okurun önüne koyduğunuz anlatı temizdir ama bir o kadar da apaçıktır, en ufak kusurlarınız hemen göze batar. Her şeyi anlatmaz Carver, dolayısıyla bulanık nokta çoktur ama asla çelişkiye rastlamayız öykülerinde. Carver, dürüst bir yalancıdır. Ve yazı işine bulaşmış herkes bilir ki en zoru doğrudan şaşmadan uydurmaktır. Çok film çıkmıştır Carver’ın teknesinden. Henüz beni tatmin edene rastlamadım ama en çok yaklaşanı “Take This Waltz” adlı Sally Potter denemesi. Sorun şu ki film bir Carver öyküsüne dayanmıyor ama öykülerini bana en çok hatırlatan da bu film oldu. Belki Potter’ın artık Carver öyküsü uyarlama vakti gelmiştir.

2 yorum:

  1. gelirim yine bu yazıya.
    carver'ın bütün yazılarını seviyorum.
    sally potter da pek severim.
    sırça fanusu, 1984'ü, yüzyıllık yalnızlık'ı daha önce okudum.
    hepsi çok iyi tabii ki.
    1984 ise hayata bakış açısını alt üst edenlerden.
    adam bu konuları yıllarca önce yazmış yaa.

    lanet takım okumadım ama okurum artık.
    :)
    bakir intiharlar inceledim daha önce ama henüz okumadım, okuycam.
    :)
    ilk kitabı hatırlamıyorum şimdi ama okumadım. okurum.
    :)
    iyi şeyler okuyorsun evet.
    :)
    gelicem yine.
    :)
    blogun kapalıydı herhalde. girememiştim.
    :)
    şimdi de film listeleri hazırlıyorum.
    :)

    YanıtlaSil
  2. Valla blogumu hiç kapatmadım, nasıl kapatılıyor onu da bilmiyorum. Ama arada bir ulaşılamaz oluyor bloglar.

    elimde 20 küsur kitaplık bir liste var, bir ucundan başladım umarım sonunu getiririm. sevdim bu işi. daha sonra benzerini belki ben de filmler için yapabilirim ama o daha zor izlediğim filmlerin kaydını tutmuyorum ki. artık ne kadarını hatırlayabilirsem.

    ben hep buradayım efendim, beklerim.

    YanıtlaSil