Cinayet
Sırları – Neil Gaiman & P.Craig Russell
Oldum olası Gaiman’ın çizgi romanlar
için yazdıklarını diğerlerine yeğlerim. Evet kendisi aynı zamanda iyi bir
öykü/roman yazarı ama çizgi roman sanatı için yaptıkları çok daha önemli
benim gözümde. Sadece Sandman serisi bile bu tezimi kanıtlamaya yeter ancak
Gaiman, bir çizgi roman tutkunu olarak o seriyle kendini kısıtlamadı. Beğenilen
birçok çizgi roman daha yazdı. Onlardan biri de Cinayet Sırları. Craig
Russell’ın güzelim çizimlerinin can verdiği Gaiman öyküsü bir çırpıda
okunuyor yine. Anlatmaktan bıkmadığı bir dünyada geçiyor olaylar. Meleklerin
neden bu kadar ilgisini çektiği galiba anlıyorum, bir keresinde ben de o
dünyaya dair bir şeyler yazmayı düşünmüştüm ve biraz araştırma bile
yapmıştım. Tarih boyunca sözü edilen meleklerle insanlık hallerinin
ne kadar örtüştüğünü fark etmiştim. Ne de olsa insan aklının yarattığı bir
kavram, melekler. Onların zaaflarını ve huylarını taşıması normal. Bu kitapta
da mitolojilere benzer bir hikaye anlatılıyor. Bir an gerçeklikten uzaklaşıp
olan bitene inanmaya çalıştığınızda o kadar da zor olmadığını
fark ediyorsunuz. Gerçekten de eğer bir yerlerde melekler varsa ve sürekli
bizleri izliyorlarsa Gaiman’ın çizgi öykülerindeki gibi davranmayacaklar da
nasıl davranacaklar? İsteyen kendi fantezisini düşleyebilir.
Geçen yılın benim için en büyük
kazançlarından biri de Tardi’yi keşfetmek oldu şüphesiz. Bu da oldukça geç
bir keşif sayılır. Olsun, geç olması hiç olmamasından iyidir. Aslında
Tardi’yi ilk bu eseriyle değil Paris Komünü’nü anlattığı çift ciltli epik
yapıtıyla tanıdım. Ama beni asıl etkileyen Siperlerdeydik oldu. Çizginin
gücünü sonuna kadar kullanan Tardi, karakterlerinin her birine başlarına
geleni iç sesleriyle anlattırarak 1.Dünya Savaşı’ndaki korkunç yıkımı kayıt
altına alıyor. Hep ilk dünya savaşındaki askeri yıkımın ikincisine göre daha
korkunç olduğunu düşünmüşümdür. Çünkü eski siper taktikleri geliştirilen
silahlara karşı zavallıcaydı. Metre metre ilerleyen çarpışmalarda ölen yüz
binlerin sorumluluğu o zamanki komutanların boynunda kalacak belki ama çok
değil yirmi sene sonra yeni bir dünya savaşının çıkmasına engel olamayan
siyasiler, din adamları, tüccarlar, bürokratlar, fırıncılar, işçiler,
öğretmenler, müdürler, anneler ve babalar, herkes payı ölçüsünde bu kıyımın
ortağıdır. Siperlerdeydik adlı anlatıdaki askerlerin neredeyse hepsinin ortak
bir özelliği var, cepheye sürülmeyi engelleyemeyecek kadar yoksullar. Çoğunun
geride bıraktığı bir sevdiği var. Hiçbiri eceliyle ölmüyor. Savaşın
korkunçluğu defalarca anlatıldı, yazıldı, çizildi, resmedildi. Tekrar o
perdeyi aralamak istemeyebilirsiniz. Ama günümüzde benzeri şiddetin tüm
hızıyla devam ettiğini gördükçe insanlığın böylesi eserlere olan ihtiyacının
hiç de azalmadığını düşünüyorum.
Tamirci
– Bernard Malamud
Ülkemizde akıldışı bir adaletsizlik
hüküm sürmekte. Şu günlerde akıl sağlığımızı korumak öncelikli amacımız. Bunu
becermenin yollarından biri de benzer zamanlarda yaşayanların tecrübelerinden
faydalanmak. Tamirci’yi okumaya karar vermemde dertleşecek bir dost
arayışımın etkisi çoktu. Olan biten hukuksuzlukları çevremdekilerle
paylaşıyordum ama yetmiyordu. Malamud’un çoğu kişi tarafından başyapıtı
olarak değerlendirilen eserini okumayı bitirdiğimde utanılası bir ferahlama
yaşadım. Utanmalıydım çünkü başkalarının acısından ferahlama çıkarmamalıyım
ama sonunda beni anlayan birini bulmuştum ve rahatlamama engel olamıyordum.
Şunun için rahatlamıştım, ne çok umutsuzluğa düşsek de tarih gösteriyor ki
böyle zamanların hep sonu olmuş. Elbette bu değişmez bir sonuç değil,
mücadele edilmediği takdirde hiçbir şey düzelmez ama öte yandan mücadeleyi de
küçümsememek gerek. Bugün zayıf görünen veya ne işe yaradığını bilmediğimiz
tepkiler sönmedikçe çoğalacaktır, en azından yok olmayacaktır hiç ve
Tesla’nın teorisine göre yeryüzünde bir noktaya hiç sektirmeden sürekli bir itme
hareketi uygularsan başka bir noktada mutlaka bir yıkıma/depreme yol açarsın.
İşte romandaki tamircinin direnci bana hep bunları hatırlattı. Kendisi
bile ona inanmayı bıraktığında, o halen doğru bildiğini savunmaya devam ediyor.
Doğru yanlış bazen karışıyor ama aklımızı korumak da kendi elimizde. Malamud
Usta aklımıza mukayyet olmak için güvenilir bir kaynak.
Güneş
de Doğar – Ernest Hemingway
Aptalca önyargılarım yüzünden
Hemingway’den geçen seneye kadar hep uzak durdum. Çanlar Kimin İçin Çalıyor’un
kötü bir çevirisi yıllarca kitaplığımın okunmamış demirbaşı oldu. İlginç olan
onca ev değişikliğine rağmen bu romana sahip çıkmış olmam. Bir yandan
görmezden geliyor bir yandan da atamıyordum. Geçen sene izlediğim bir film
sahnesinde gördüğüm Hemingway kitabı içime hazretlerini okuma sevdası saldı.
Kudurmuş gibi evden fırlayıp en yakın kırtasiyeden -evet kitapçı değil
kırtasiye!- ilk romanı olan Güneş de Doğar’ı satın aldım. Gençliğimden beri
ilk kez kırtasiyeden kitap alıyordum. Ayrı bir hissi vardır, özlemişim. Çok
beklememe gerek kalmadan aldığımın ertesi günü romanı yalayıp yutmuştum bile.
Bir kitaba kapıldığınızda sıkışık metrobüs, ağlayan bebek, yığınla birikmiş
e-postalar, gürültülü TV, çekici oyunlar, hepsi gözünüzde değersiz
mazeretlere dönüşür, hiçbiri okumanıza engel olamaz. Allah’ı var, Hemingway
de okuru avucunun içine nasıl alacağını iyi biliyor. Ama şunu da söylemeliyim
ki Hemingway akıcı bir yazar olmanın çok ötesinde bir üstat. İki söz, bir
sessizlik anı, ufak bir betimlemeyle anlattıkları günlerce aklınızda yer
ediyor. Bazen öyle bir sahneyle karşılaşıyorsunuz ki olduğunuz yere
çakılıveriyorsunuz, içinize bir ağırlık çöküyor, ya da tam tersi odanız size
dar geliyor, çıkıp gitmek istiyorsunuz. Hazretlerin sevdiğim bir sözü vardır,
“Dürüst olmayan tek bir cümlem yoktur”
gibi bir şeydi, onu okurken ne demek istediğini daha iyi anlıyorsunuz.
Bu romandan sonra Silahlara Veda’yı da okudum ve biraz da öykülerini ama
hiçbiri beni ilk romanı kadar çarpmadı. Çanlar da halen o eski kopyasıyla kitaplığımda
tozlanmaya devam ediyor. Onun hiçbir günahı yok, tüm suç benim.
Çocuklar
Kalıyor – Alice Munro
Munro hakkında neler hissettiğimi önceki
bir yazımda çokça anlatmıştım, tekrarlamak istemiyorum ama öyküleri hakkında
birkaç kelam daha etmek isterim. Nobel’i aldıktan sonra geçtiğimiz günlerde
bir öykü toplaması daha yayınlandı Türkçe’de ve böylece hali hazırda
kitapçılarda bulabileceğiniz üç Munro kitabı var. Aralarında en çok Çocuklar
Kalıyor’u sevdim ben ama dileyen istediğinden başlayabilir, esasen biri
diğerine göre daha ön plana çıkıyor diyemem. Çocuklar Kalıyor’un aklımda
diğerlerine göre birazcık daha kalmasının sebebi okuduğum ilk Munro olmasıdır
belki. İlginç olan, öykülerin başkarakterlerinin çoğu kadın olmasına rağmen
bendeki izlenimleri tamamen cinsiyetsizdi. Arada bir anlatılanlar acaba
yazarın başından geçmiş olabilir mi diye düşünmedim değil ama öyküler öyle
bir anlatılıyor ki kendinizi metne kaptırdığınızdan aklınıza gelen son soru
bu oluyor. Öykülerin gerçekçiliği ortadayken bu soru manasını yitiriyor. Munro’nun
tercih ettiği anlatım biçimi, zamanın akışını kırarak olayların sebep sonuç
ilişkileri üzerinde yarattığı akıl çelmeleri, karakterlerin iç dünyalarına
nüfus edebilmesi ve tüm bunları ortalama kırk sayfayla yapabilmesi hayranlık
verici. Çoğu yerde öykülerinin bir roman kadar derinlikli olduğu söylenir,
ben biraz daha ileri gidip bazı öykülerinin okuduğum çok romandan daha fazla
şey anlattığını rahatlıkla söyleyebilirim. Munro okuduktan sonra öykü okumak
ve yazmayı neden bu kadar çok sevdiğimi bir kez daha anladım.
Cevdey
Bey ve Oğulları – Orhan Pamuk
|
Üniversitede hiç Orhan Pamuk okumadım.
Herkes Yeni Hayat’tan bahsederken ben özellikle uzak durdum. Meşhur ilk cümle
bile merakımı cezbetmedi. Sanırım popüler olana ön yargılarım yüzünden Yeni
Hayat’a hiç şans vermedim. Sonra Benim Adım Kırmızı çıktı ama onu da
okumadım. O zamanlar adı yanlış hatırlamıyorsam Ahmet Altan ile beraber
anılıyordu ve ikisini de okumamaya neredeyse yeminliydim. Okul bitti, iş
hayatı başladı ve bir öğleden sonra hayatımın en gurur verici anlarından
birini yaşadım. Türkçe yazan bir yazara Nobel ödülünü vermişlerdi. Türkçe
anadilim olmasa da en iyi bildiğim dildi -dürüst olmak gerekirse doğru düzgün
konuşabildiğim ve yazabildiğim tek dil- ve kim ne derse desin bu şekilde
ödüllendirilmesinden gurur duymuştum. Üstelik Türkçe edebiyatın dünya
kültüründeki yerine dair de umutlarım artmıştı. Böyle konular oldukça
sübjektiftir ve çok kimseye göre o yer zaten vardı ve bunun için herhangi bir
prestijli ödüle gerek yoktu. Anlayabileceğim bir açıklama ancak kabul etmek
gerekir ki böylesi yüksek ilgi gören ödüller sahiplerine ve mensubu oldukları
ülke edebiyatlarına da ilgiyi artırır. Daha çok kitapseverin Türkçe yazılmış
kitaplara ilgi duyması da yazmak ve okumak isteyen herkesin için için
dileğidir. Son derece de doğal bir dilektir bu. Başlangıçta herkes ekran/defter/kağıt başına yazmak için otursa da sonunda elbette okunmak ister.
Nobel’e rağmen hemen Pamuk okumadım.
Hemen kızmayın bana, geçerli olmasa da kendimce bir sebebim vardı. O zamanlar
Kar adlı romanı gündemdeydi ve benim eleştirilere haddinden fazla kulak
astığım yıllardı. Üstelik yeniden popüler olmuştu ve bu benim onu okuma
isteğimi artırmıyordu maalesef. Söyleşilerini ilgiyle takip ediyordum, fırsat buldukça edebiyat harici yazılarını da okurdum, hatta sanırım İstanbul
adlı denemesini de biraz okudum diye hatırlıyorum. Neyse ilk Pamuk romanı
okumam için Masumiyet Müzesi’nin yayınlanması gerekti. Roman sürükleyiciydi,
ilk okunacak Pamuk romanı değildi elbet ama bana dokundu. Bir yandan onu
Orhan Pamuk yapanın bu roman olmadığını biliyor, öte yandan romancılığıyla
-belki de bir tek ben- bu romanla tanışmış olmaktan dolayı gizli gizli övünüyordum.
Ne övünç ama! Birkaç sene daha başka Pamuk romanı okumadım, belki bu övüncü
bozmamak için. Ta ki önceki seneye kadar. Sessiz Ev ile başlayan Orhan Pamuk
okuma serüvenim, Kar ile devam etti, şimdilik Cevdet Bey ve Oğulları ile
sonlandı. Ama son durak değil burası, sırada Kara Kitap veya Beyaz Kale var,
hiçbir şey için olmasa bile o saçma övünç duygusundan kurtulmak için Pamuk
külliyatını bitirmeyi amaçlıyorum.
Cevdet Bey ve Oğulları, belki de
Pamuk’un en gizlediği romanı. Muhtemelen ilk olmasından ötürü hatalarının çok
olduğunu veya fazla toyca yazılmış olduğunu düşünüyor. Bana kalırsa, evet
arada sırada toyluk demeyeyim ama hayallerine, hikayesinin büyüsüne kaptırmış
bir yazarın sesini duyuyoruz romanda ancak oldukça yetkin bir ilk roman. Hatta
ilk roman diyerek kestirip atılmayacak zenginlikte. Pamuk, çok sevdiği Buddenbrook
seviyesine çıkmayı başarıyor yer yer. Sessiz Ev’den sonra yeni sulara yelken
açan Pamuk, Masumiyet Müzesi’yle başladığı noktaya dönmüştü, şahsi tercihim
denizin bu tarafında yaratmaya devam etmesi. Belki daha az tuzlu buranın suyu
ama içinde yüzmesi kolay, üstelik dibi merak eden herkes derinlere dalmakta
serbest.
Grafik
Kanon Seti / Cilt 1 - Kolektif
Milliyet Kardeş günlerinden beri çizgi
romanların hastasıyım. Ama Asterix’in altından çok sular aktı. Yeni
hikayeler, yeni tarzlar, yepyeni çizimler önümü açtı. Özellikle İstanbul’a
taşındıktan sonra keşfettiğim çizgi roman dükkânları yepyeni yeteneklerle
tanışmama sebep oldu. Ancak işte yine de yetmiyor. Bu dünya engin bir dünya ve
gelişimini takip etmediğin sürece arkada kalmaya mahkumsun. Geride
bıraktığımız sene gözlerimize ve dimağımıza sunulan Grafik Kanon Seti için Kolektif
Kitap’a ne kadar teşekkür etsek az. Zorlu ve hayli riskli bir proje
üstlenmişler. Sınır ötesinde görüp bayıldıkları üç ciltlik bu devasa
derlemeyi ülkemize getirmeyi başarmışlar. Hem de gayet başarılı bir Türkçe
ile. Gılgamış’tan, Tükenmeyen Nükte’ye kadar seçme bir edebiyat tarihi
yolculuğuna başarılı çizimler eşliğinde çıkmak isteyen herkese öneririm. Tek
kötü tarafı şu, bazıları o kadar başarılı ki bittiği için üzülüyorsunuz ve
eserin tamamına ulaşmanın yollarını arıyorsunuz. Eh, bu da epey sabır veya
bütçe gerektiriyor.
Tiffany’de
Kahvaltı – Truman Capote
Filmini izleyip bu kısa ama müthiş roman
hakkında kesinlikle bir önyargıya varmayın. Evet film kendi başına bir
başyapıt, Hepburn her daim o filmle yaşayacak ancak Capote’un novellası en az
filmi kadar hatta bence filminden çok ilgiyi hak ediyor. Gerçi o da tarihte
yerini aldı zaten ama henüz Capote ile tanışmayanlar varsa onlara lafım.
Yazar karakterlerini iyi tanıyor öncelikle ve kusurlarıyla birlikte hepsini
çok seviyor. Gerçi sevmekten çok, onlarla yaşıyor diyebiliriz, belki geçmişte
yaşamıştır bile. Ama en büyük başarısı bu değil, öyle olsaydı yetenekli bir
yazardan daha fazlası olmazdı, Capote’un farkı anlattığı hikayenin nerelere
dokunabileceğinin farkında olması ve ustaca o noktalardan uzak durarak ama
varlığını da hissettirerek çevresinde dolanması. Hayır, gerçekleri dolaylı
yoldan aktarma çabası değil bu veya açıklık yerine kapalı anlatım çabası da
değil, öyküsünü anlatırken bilmemiz gerekeni sadece sunuyor bize. Geriye
kalan fazla çünkü, hayal gücümüze yer bırakmaz. Hikayenin hüznü de
anlatılanlardan değil anlatılmayanlardan kaynaklı.
Berlin’de Munro ararken keşfettim bu
kitabı. Zinn ve bu büyük eseri hakkında kulak dolgunluğum vardı ama içimden
daha önce hiç kendisini okumak gelmemişti. Yine katil Amerika önyargıları
yüzünden. Sonra başka bir kitap ararken karşıma çıktığında hemen çevirip
arkasına, fiyatına bakmadım. Çizgilerle anlatılan tarih küçüklüğümden beri
ilgimi çekmiştir ve bu koca kitap rafta arkadaşlarının yanında oldukça
heybetli duruyordu. Bütçemi aşmıyordu aslında fiyatı ama yine de tereddüt
ettim alırken. Sonra bir daha bu kitaba erişme şansımı biraz da yanlıca
tekrar hesapladığımda fazla düşünmedim. İyi ki de almışım, İstanbul’a dönene
kadar tren, havaalanı, uçak derken neredeyse bitti. Bir tarih kitabının bu
kadar sürükleyici olmasına şaşırabilirsiniz, üstelik anlatılan tarih bize
hayli uzak. Ama gerçekten öyle mi, kitabı okumaya devam ettikçe
anlatılanların aslında hayatımızın ne kadar içinde olduğunu hayretle fark
ediyorsunuz. Zinn lafını sakınmıyor, eleştirinin gücünün farkında. Arada bir
hepimiz gibi umutsuzluğa da düşüyor ama çıkış kapısını bize gösteren de yine
o. Belki ABD tarihi ilk bakışta ilgi çekici görünmeyebilir, ancak peşin
hükümlü olmayın derim ben. Şükür, Türkçe’de Zinn basıldı, satılmaya devam
ediyor. Merak eden herkesin okumasına açık. Özellikle ortalığın kızıştığı şu
günlerde tarih okumaya her zamandan daha çok ihtiyacımız var bence.
Buz ve Ateşin Şarkısı 5. Kitap / Ejderhaların Dansı Kısım 2 - George R.R.Martin
Dizi kitabı okumak ayıp değil, günah
değil. Fantastik edebiyat da keza öyle. Üstelik George R.R.Martin tarafından
yazılmışsa. Buz ve Ateşin Şarkısı çoktan efsaneye dönüşmüş durumda.
Televizyon ekranlarından Martin ile tanışanlar için seri dizi kitabı olarak
görülse de gerçekte Game of Thrones bir kitap dizisi. Martin, gözdesini
kimselerin sorumsuz ellerine teslim edemezdi ve dizinin senaryosunu da
kontrol altında tutuyor, iyi de yapıyor. Seriyi okumayanlar için özetlemek
kolay değil ama afiş cümlesiyle konuşmamız gerekirse, ilk kitabın isminde
olduğu gibi tüm seri sert, kanlı bir iktidar mücadelesini anlatıyor. Bunu
anlatırken, insanoğlunun ne kadar acımasız, cahil, aptal, kahraman, sinsi,
zeki, güzel, talihsiz, kindar, fesat, güçlü, hayalperest, cömert, vahşi,
çaresiz, cesur ve korkak olabileceğini gösteriyor. Özenle yaratılmış
karakterleri çevrenizden biri gibi sahipleniyorsunuz veya nefret ediyorsunuz.
Dizi de görselliğiyle bu etkiye katkıda bulunuyor aslında ama esas malzeme
kitaplarda. Bana sorarsanız ikisi bir arada gayet güzel işliyor, sabredenlere
birlikte okunmalarını tavsiye ederim ama benim gibi sabırsızlar beşinci
kitabı çoktan okuyup bitirmiştir bile. Beşinci kitabın temposu öncekilere
göre biraz daha ağır, bunda olayların dördüncü kitapla paralel zamanda
geçmesi etken sanki. Yine de özellikle sonları bir solukta okunup
bitiriliyor. Altıncı kitabı tüm dünyayla birlikte beklerken serinin sonsuza
kadar sürmesini diliyoruz ama biliyoruz ki bu mümkün değil, en azından
layıkıyla bir son beklemek hakkımız. Eh, bunu da George R.R.Martin’den başka
kim başarabilir ki?
|
kim?
yaşamayanbilir
14 Ocak 2014 Salı
Bitmiş bir yıldan arda kalan okumalar - III
6 Ocak 2014 Pazartesi
Bitmiş bir yıldan arda kalan okumalar - II
SNOOPY. Mutluluk
Sıcak Bir Battaniyedir Charlie Brown – Charles M.Schulz
Charlie Brown’ın kaç yaşında olduğunu bilmiyorum. 5 ya da en
fazla 6 yaşında olmalı. Hiç okula gittiğini görmedim. Arkadaşları da keza. Ama
eminim okuma biliyordur. Snoopy serisinin tutkunu değilim, bu yüzden hakkındaki
bilgilerim kısıtlı. Fakat bu, karakterlerine, diyaloglarına, çizimlerine
bayıldığım gerçeğini değiştirmez. Türkçe’de son derece kısıtlı görebildiğimiz
bu esaslı diziden çıkan kitabın farkına varır varmaz siparişini geçtim. Geldiği
gibi de okudum. Üstelik her zamanki gibi yalnız da değil, oğlumla birlikte.
Belki de böylesi kitapların en güzel tarafı da bu. Oğlunuzla birlikte büyük
zevk alarak okuyabileceğiniz kaç kitap vardır ki? Ama Snoopy asla bir çocuk
kitabı değil. Çocukların da anlayabileceği bir dilde yazılmış olması onu çocuk
kitabı yapmıyor. Karakterleri henüz okula gitmeyen ama dertleri bizimkilerden
çok farklı olmayan veletlerin öyküsünü anlatıyor Schulz. Neredeyse inanılmazı
mümkün kılıyor, çocukların dünyasını büyüklerin anlamasını ya da hemen hemen
anlamasını sağlıyor. Oğlum henüz okuma bilmiyor, öğrendiğinde çok seçeneği
olacak okumak için. Ama başka ne okursa okusun eğer bir tane bile Snoopy
okumayacaksa okumayı hiç öğrenmesin daha iyi. Umarım günün birinde okuduğumuz
bir Snoopy hikayesi hakkında oğlumla konuştuğumu göreceğim.
Saksı Olmanın Faydaları
– Stephen Chbosky
Afişi, IMDB yorumları ve Emma Watson yüzünden ilgimi çeken
bu kitabın filmi düşük beklentilerime rağmen beni izler izlemez çarpmıştı. Çok
sebebi var elbet ama en önemlisi başkarakterin hayatın acımasız gerçekleri diye
nitelendirilen klişeyle çarpışmasının samimi anlatımıydı. İzlediğim zamanki
ruh halime cuk oturuyordu. Benim için acıtıcı olansa karakterle aramızdaki yaş
farkıydı. Kitabını almam ve yaramı kanatana kadar deşmem kaçınılmaz oldu.
Farklı olarak kitap bana daha neşeli, iç ferahlatıcı geldi. Aslında film sadık
bir uyarlama ama yine de farklı mecralarda olmasından ötürü kitabın etkisi ayrı.
Yazarın muhtemelen kendi hayatından izler taşıyan romanı filme çevirmek
istemesi de takdire şayan. Sanki hikayesini başkasının kayda almasına yüreği el
vermemiş. Birçoklarına bu hikaye yeni bir Amerikan ergen büyüme masalı gibi
gelebilir ve oldukça sık ele alınmış bu tarif artık sıkmaya başlamış da
olabilir ancak yüzeyinde öyle görünse de romanın farkı hikayeyi ele alış
biçimi. Bana göre, yazar bize bir büyüme masalı anlatmak istemiyor ya da derinlerde
sıkışmış bir trajediyi keşfetme hikayesi de, benzer olaylar başımıza gelmemiş
olsa da hepimizi etkileyebilecek içten bir yüzleşme öyküsü anlatıyor. Kendi
karakterimizle ve başımıza açtığı onca dertle yüzleşip herkesten önce kendimize
dürüst olmamız gerektiğini gösteriyor. Özellikle sonlara doğru Emma’nın
başroldeki saf delikanlıya tembihlerinden anladığım bu. Belki de ben mesajı
böyle almak istemişimdir. Herhangi bir günün herhangi bir zamanında kitabı veya
filmi hangisini isterseniz rahatlıkla okuyabilirsiniz.
Eve Dönmenin Yolları –
Alejandro Zambra
Zambra’yı ilk kez Bonzai romanıyla duymuş ve okumuştum. Türkçe’deki
yeni romanını merakla bekliyordum. Sağ olsun Notos çok bekletmeden yayınladı. Zambra’dan
öğrendiğim, az lafla kocaman olduğunu düşündüğümüz dünyaları anlatabilmek. Bu romanında
ne acılı olduğunu uzaktan da olsa duyduğumuz, okuduğumuz, izlediğimiz bir diktatörlüğü
anlatıyor. Ve aslında bize çok yakın bir hayat anlattığı. Tercih ettiği yol ise
dikkat çekici. Kesinlikle büyük acılardan, haksızlıklardan, arka planlarda
dönen adaletsizliklerden bahsetmiyor, çoğunu roman harici yayınlardan öğrenme şansımız
hep var çünkü. Bize o günlerde yolunu bulmaktan bahsediyor sadece. Buradaki anlam
ilk aklınıza gelen değil elbet, kaybolmuş birinin eve dönüş yolunu bulmasını
kast ediyorum. Büyük haksızlıkların olduğu zamanlarda yaşananlar o denli acı ve
yakıcıdır ki yazmak isteyen bir insanın aklına bu acıları anlatmaktan başkası
gelmez belki, ya da başkasını yazmayı hafiflik olarak algılayabilir. Küçük
çocukların kaçırılıp öldürüldüğü, kayıpların akıbetinin belirsiz olduğu, çok
sevdiğin arkadaşlarının birer birer yok edildiğini gördüğün zamanlarda oturup
hiç bunlardan bahsetmeden bir şeyler yazılabilir mi? İşte Zambra, gözümüze
sokmadan haksızlıklarla dolu bir dönemi anlatmayı başarıyor, hem de çok az sayfayla başarıyor. Kitap
bittiğinde tuhaf bir şekilde olanlar hakkında hiç bilginiz olmasa da o günlerde
yaşayanlar gibi hissedebildiğinizi fark ediyorsunuz. Yazmanın sırrı burada
gizli olsa gerek.
Profesör Y ile Konuşmalar – Louis-Ferdinand
Celine
Celine en sevdiğim yazarlardan biridir.
Üstelik bunu tek kitapla başarmıştır, Gecenin Sonuna Yolculuk. Ama ne kitap!
Gerçek bir kılavuzdur. Ne zamandır ondan yeni bir şeyler okumayı bekliyorduk ve
bu senenin en hoş sürprizlerinden biri oldu, Profesör Y ile Konuşmalar. Celine
okuyanlar diline aşinadır, bu yüzden kitaptaki makineli tüfek saldırısına
hazırdırlar ama onlardan biri olarak ben bile anlatısının bu kadar eğlenceli olacağını
beklemiyordum. Yayıncıların, yazarların, okurların hep beraber oluşturdukları
camiaya adeta top, tüfek saldırıyor yazar. Lafların çoğu hepimize dokunuyor ama
bu kurgu profesörün çemkirmelerini ben çok sevdim. Kendiyle dalga geçemeyen
insanların hiçbir zaman dürüst bir kahkaha atamayacaklarına inandığım için
Celine’in cesareti ve sivri dili her zaman hayranlığımı kazanmıştır. Bazen
düşünürüm keşke daha fazla metin okuma şansımız olsaydı kendisinden ama o anlar
çabuk geçer, bu isteğim de bencil ve açgözlü bir saldırıdan başka nedir ki? Ben
kimim ki yazardan böyle bir talepte bulunma hakkımı kendimde buluyorum? Sonra benimkinin
talep değil de yeni yıl dileği gibi boş ama bir sonraki yıla uyanırken yataktan
az da olsa daha umutlu kalkmamızı sağlayan bir hayal olduğuna ikna oluyorum.
Sakinleşiyorum. Ardını düşünmeden arada bir boş hayallere kapılmak
isteyen herkese öneririm.
Kim Lan Bu Hayatımın
Erkeği – Deniz Özturhan
Deniz benim arkadaşım. Ancak listemde olmasının sebebi bu
değil. O hep çok iyi bir yazardı ve kitabını okuyan herkes sonunda bunun
farkında. Esasen kitabın basılmasından önce de bir blog dolusu insan bu
gerçeğin farkındaydı zaten. Kitap olsa olsa bu gerçeği taçlandırmıştır. E,
yazarına da böylesi bir taç yakıştı doğrusu. Blog kültürü popülerleştikçe
bayağı olanla olmayanın ayrışması zorlaştı. Ancak keskin gözlere ve
saptırılmamış zihinlere sahip olanlar için halen çok zor değil bu ayrım. Benim
bu konudaki kriterim belli, akılda kalıcılık. Ancak kalıcılıktan anladığım,
duvar yazıları gibi manşetlik cümleler değil benim için, ya da twitter
cephesinde paylaşılmaya doyulmayan özlü sözler de. Yazının bütünüdür benim için
önemli olan. Bir metin içinden cımbızla seçilmiş cümlelerle değil başından
sonuna dek bütünüyle değerlidir. İşte Deniz’in de başardığı bu bence. Kendine
has dilinden taviz vermeden ve anlattığı meseleleri gönlüyle seçerek kitlelere
ulaşmayı beceriyor. Niyeti parlak cümlelerle izleyici toplamak değil, yer yer başlıkta
sorduğu sorunun izinden giderek, bazen kafasına takılanları takip ederek, çokça
da karşılaştığı insanları anlatarak bir neslin sesi oluyor. Önemli olan ona hak
verenlerin sayısı değil, anlattıklarının ne kadar sahici olduğu. Tüm bunları
yaparken didaktik olmaktan uzak durabilmesi de ayrı bir takdir sebebi. Ortalığa
saçılan bunca, bayağı yastık muhabbeti içinde parıldayan bu denemeye bir şans
verin derim ben. Umarım gün gelir yazarın ve dilinin hak ettiği bir kurmaca da
okuruz.
Şeytan Tangosu – Laszlo
Krasznahorkai
2013’ün sonlarında okumaya başladığım bu romanı henüz
bitirmedim. Yine de bu listede olmasını istedim. İlginç bir atmosferi var çünkü
romanın. Daha önce okuduğum hiçbir romana benzemiyor. Birinci bölüm nefes
kesiciydi. Olaylar neredeyse gerçek zamanlı ilerliyor ve hayatın somut gerilimi
an be an hissediliyor. Temponun düşük olması metnin sürükleyiciliğine zarar
vermiyor bence ama şurası bir gerçek ki böyle romanları doğru yerde doğru
zamanlarda okumak da önemli. Okumaktan başka bir işin dikkatinizi dağıtmasına
izin vermemelisiniz. Mümkünse yalnız olmalı ve dışarının sesinden yalıtılmış
bir odada bu roman okunmalı. Yoksa içine girmek gerçekten zor. Kendinizi bir
kere olayların geçtiği mekanlarda hayal ettikten sonra gerisi çorap söküğü gibi
gelecektir. Yardımcı olur mu bilmem ama romanın en az onun kadar başarılı bir
sinema filmi de mevcut. Yalnız biraz uzun. 450 dakika kadar. Romandaki
atmosferi ekranda görmek isteyenler filmini izlemeyi deneyebilirler. Farklı
dünyalardan bir roman okumak isteyenler için.
Etiketler:
Celine,
Chbosky,
çizgi roman,
fotoğraf,
Gettyimages,
kitap,
Krasznahorkai,
Özturhan,
roman,
Schulz,
yazar,
Zambra
3 Ocak 2014 Cuma
Bitmiş bir yıldan arda kalan okumalar - I
2008’den beri internetten satın aldığım kitapların kaydını
tuttuğum bir dosyam var. Böyle bir dökümün sonucunda ilginç verilere
ulaşabiliyorsunuz. Örneğin aldığınız kitapların yüzde kaçını okuduğunuz. Beş
senedir kitap sitelerine bütçenizden ne kadar ayırdığınız. Yılın hangi
aylarında en çok kitap satın aldığınız. Kendinize, eşinize ve çocuklarınıza,
çevrenize aldığınız kitapların toplam tutarın içindeki oranı. Aldığınız
kitapların tür dağılımı. En çok okuduğunuz yazarlar ve ülke edebiyatları. Liste
dileğinize göre uzayıp gidebilir. Neden böyle bir analize girer insan? Çünkü
okur hem bir okurdur hem de kitapsever. Meraklı bir kitapsever. Bir nesne
olarak da kitabı sever, yanında taşımaktan hoşlanır. Son zamanlarda teknoloji
sayesinde bu taşıma meselesi ağırlığından kurtuldu ancak halen kitapların
yükünü taşımaktan vazgeçmeyenler var. Ufacıkken tanıştığım hamur baskı kokusunu
kolay kolay bırakacağımı sanmıyorum ama cebinde kitaplığını taşımayı tercih
edenlere de lafım yok. Okumanın yöntemini önemsemem, nasıl okunduğu daha
önemli. Herkes en rahat ettiği şekilde okusun yeter.
Yöntemler ve verilerin analizi üzerine daha fazla laf
etmeden, geride bıraktığımız yılın bende iz bırakan kitaplarına geçmek isterim.
Bazılarını çok geç okumuş oldum, bazılarını çıkar çıkmaz. Bazılarının çıkmasını
dört gözle bekliyordum zaten, bazılarınıysa aldıktan sonra bir köşede
unutmuşken keşfettim. Bazılarını tamamen tavsiyeyle, hakkında hiçbir şey
bilmeden okudum, bazılarınıysa sırf konusunu merak ettiğim için. Ne olursa
olsun sonuç değişmedi, her kitabın son sayfasını bitirdiğimde okuduğum için
kendimle iftihar ettim.
Herhangi bir sıralama mantığı gütmeden;
Tanrı Olmak İsteyen
Otobüs Şöförü - Etgar Keret
Keret’i bana sevdiğim bir arkadaşım tavsiye etti. Aslında
tam olarak bana tavsiye etmemişti, başka bir arkadaşıma yazdıklarıyla
kıyaslasın veya belki de ilham alsın diye tavsiye etmişti. Ama üzerine görev alan
ben oldum. Daha önce kısa öykü okumuştum elbette ve çok kısa öyküler hakkında
bilgim vardı ancak Keret’in öyküleri yine de beni şaşırttı. İki sayfa
sürmesiyle de ilgisi yok aslında. Öyküye bakış açımı değiştirdi. Nelerin öykü
olup olmayacağı konusundaki katı fikirlerimi yerle bir etti. Aynı zamanda
yaratıcılığın nerelere kadar uzanabileceğini de bir kez daha gösterdi bana. Seçtiğim
derlemesi en iyi mi bilmem, beni en çok etkileyen oldu. Zaten satın alırken de
set olarak almıştım. Belki de tek kelimesini okumadan setini satın aldığım ilk
yazardı. Setteki diğer derlemeler de Keret okumak isteyenler için başlangıç
olabilir. Bir yerden başlayın işte.
Yüzyıllık Yalnızlık –
Gabriel Garcia Marquez
Yakın zamanda Marquez’in heykeli dikildi. Dediklerine göre
bunama belirtileri gösteriyormuş. Ursula’nın bizi terk etme vakti gelmiş demek.
İyice çölleşecek buralar desenize. İlk okuduğum Marquez, Kırmızı Pazartesi’ydi.
Sonra Kolera Günlerinde Aşk’ı hevesle almıştım ama nedense okumadım hiç. Böyle
şeylerin nedeni bilinmez. Artık işi perilere bıraktım, onlara katiyen inanmasam
da kendim bir açıklama getiremediğim için işin kolayına kaçarak perilerin işi
diyerek kestirip atıyorum. Yüzyıllık Yalnızlık’ı okurken daha önce bu romanı
okumadığım yıllar için hayıflanıp durdum. Öyle ki belki 20 sene önce okusam
hayatım çok farklı olurdu. Kitaplar hayatları değiştirebilirler mi? Hep inanmak
istediğimiz bir gizem. Romana dönersek, bendeki kopyasında enteresan bir
eksiklik vardı. Albay’ın savaşa gittiği yaklaşık 20-25 sayfa eksikti. Daha
doğrusu başka sayfalar bu 20-25 sayfa yerine yanlışlıkla tekrar basılmıştı.
Garip olan şu, ben eksiğin farkına hemen varmadım. Diyeceksiniz nerenle
okuyorsun romanı, hemen yargıya varmayın lütfen, romanın dili öyle sarmıştı ki
beni, klişe olsun da bizden olsun, büyülenmiştim adeta ve şaşkın şaşkın ne
çıkarsa karşıma okuyordum. Marquez kalkıp yemek tarifi yazsa onu da şaplanmış
gibi okurdum. Bir de olaylar hep bir döngü içinde geliştiği için zamandaki
atlama beni rahatsız etmemişti. Arada kaynayan zamanın tekrar karşıma
çıkacağını düşünüyordum. Ne zaman ki hatalı sayfalardaki cümleler romanın
ilerleyen bölümünde kendini tekrarlamaya başladığında bu işte bir gariplik var
deyip kontrol ettim. Evet apaçık bir hatalı basımdı karşımdaki. Can yayınlarına
gidip yenisiyle değiştirme hakkım olduğunu biliyordum. Ama yine de gitmek
istemedim, belki saçma bir seçkinlik olarak düşüneceksiniz ama bendeki kopyanın
eşsiz olma ihtimali hoşuma gitmişti. Bir gün romanı tekrar okumak istediğimde
gidip yenisini alırım mutlaka ama elimdeki kopyayı hep saklayacağım. Ne de olsa
romanı bitirdiğimde sarsılmış halde, karanlıkta bir başıma yolculuğun bitmesini
beklerken yanı başımdaydı.
Bin Dokuz Yüz Seksen
Dört – George Orwell
Daha önce defalarca bu başyapıtı okumaya çalıştım. En fazla
Winston ve Julia’nın boş tarlada seviştiği sahneye kadar gelebilmiştim. Sorun
yazar ve dili değildi, sorun anlatılan da değildi. Sorun bendim, bir türlü
anlatılanların gerçekliğine kapılamıyordum. Böyle bir dünyanın olamayacağını
düşündüğüm için değil, daha çok insanoğlunun böyle bir dünya yaratabileceği
düşüncesi beni rahatsız ediyordu ve okumak canımı acıtıyordu. Bir de romanın
iki kutup tarafından farklı nedenlerle propaganda aracı olarak kullanılmasından
da rahatsızdım. Aslında bu rahatsızlığın giderilmesi için en iyi yol onu
okumaktır ama işte dediğim gibi yapamıyordum, daha fazla ilerleyemiyordum. Gezi
devrimi süresince ve sonrasında en çok bu romanı okuma ihtiyacı hissettim.
Artık yüzleşmem gereken bir devlet terörü söz konusuydu ve bunu yapmadığım
sürece bildiğim doğrulara ve ortak doğrularımız için savaşan herkese ihanet
etmiş olacaktım. Romanı bitirdiğimde kitap hakkındaki sorularımdan arınmıştım.
Yepyeni sorular vardı karşımda. Gariptir bu romandan etkilenen çok sayıda başka
kurmaca eserler okudum, izledim, hatta bu romana öncülük edenleri bile okudum
ama kendisini okumak yine de faklı bir etki yarattı üzerimde. Hiçbir şey özgün
olanın yerini tutmuyor. Sonuç olarak bu başyapıtın neden propaganda aracı
olarak kullanıldığını anlıyorum ama bu onun tüm o kısır siyasi tartışmaların
ötesinde şahane bir kitap olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Bakir İntiharlar – Jeffrey
Eugenides
Filme uyarlanmış romanları, filmlerini izledikten sonra
okumaktansa tam tersini yapmak aslında tercihimdir. Ancak bazen bazı romanlar
filmlerinden sonra karşıma çıkar. Coppola’nın debut filmi zihnimden uzun süre
çıkmamıştı. Müzikleri halen arada sırada kulağımı ziyaret ediyor. TV’de rast geldiğim
her seferinde kendimi sonuna kadar filmi izlerken buluyorum. Böylesine bir
ilgiye rağmen uyarlandığı romanı okumak hiç geçmemişti aklımdan. İtiraf etmem
gerekirse bir romandan uyarlandığını bile bilmiyordum. Bazen böyle olur, bazı
filmler hakkında çok fazla araştırma yapmak istemem, özellikle kendi başıma
keşfettiklerim için. Bu filmi ilk izlediğimde ne sinemalarda gösterime
girmişti, ne adı sanı dergilerde çıkmıştı. O zamanlar, ki bahsettiğim zamanlar
bugünle kıyaslandığında milat öncesi olarak bile nitelendirilebilir,
sinemalarda gösterilmemiş filmlere ulaşmanın iki yolu vardı, ya varsa netten
yabancı sitelerden cd/dvd sipariş etmek, ya da korsandan almak. İnternetle
telefonu bir arada kullanamadığımız zamanlardan bahsediyorum ve o günlerde
internetten film izlemek için boğazda villan falan olması gerekiyordu, ya da
peygamber sabrı. Sinefil bir öğrencinin yukarıda saydığım seçenekler içinden
tercih yapması çok zor değildi anlayacağınız. Sinema çekimi falan dinlemeyip
harçlığımı ucuz cdlere harcardım bol bol. Bu filmi de ilk izlediğim format çift
cdli, kötü altyazılı, berbat bir sinema çekimiydi. Çöplükte elmas bulmak
gibiydi(bkz eternal sunshine…).
Yıllar sonra Eugenides adını ilk defa her yerde karşınıza
çıkabilecek bir en iyiler listesinde gördüm. Middlesex adlı romanı fazlasıyla
övülüyordu. Önce çok üzerinde durmadım ama sonra takip ettiğim bir blogda
kendisinden neredeyse kutsal kitap gibi bahsedilince radarıma aldım. Yazarın
başka kitabı var mı diye bakınca da, bom, karşıma Bakire İntiharlar çıktı.
Middlesex yarım kaldı. Hem de tam ortasında. Aslında ilgi çekiciydi, roman
İzmir’e de uğruyor ve bize okutulan tarihi farklı bir pencereden dinleme
şansına da sahipsiniz ancak yine perilere suçu atarak romanı bitiremedim. Zamanı
değilmiş deyip önceki romanına başladım. Filmini de izlemiş olarak açıkçası
daha çok merak ettiğim bu romandı. Yazarların ilk romanlarına hep ayrı bir ilgi
duymuşumdur. Edebiyata nasıl atıldıklarını hep merak ederim ve ipuçlarını en
çok ilk eserlerinde ararım. Eugenides gazetecilik geçmişinden ötürü müdür
bilinmez, bu romanında gerçek olaylara dayanan trajediyi son derece tarafsız
bir gözle aktarıyor. Ama işte usta yazarlara has bir şekilde onu okurken size
tarafınızı seçme şansı sunuyor. Açıkçası illa bir taraf da seçmek durumunda
değilsiniz, önemli olan okuduklarınızdan ne kadar etkilendiğiniz. Bakir
İntiharlar etkileyici bir anlatı. Esinlendiği gerçek olayların ilgi
çekiciliğine yaslanmadan ve bence kimsenin anısına saygısızlık etmeden
yumuşakça ele geçiriyor okuru ve sonuna kadar okutuyor. Benim gibi yapmayın,
önce romanı, sonra filmi yiyip bitirin. Lezzet garanti.
Lanet Takım – David Peace
Bu kitap kimin için yazılmış olabilir? İngilizler için mi?
Erkekler için mi? Futbolseverler için mi? Notthingam Forest taraftarları için
mi? Brian Clough için mi? Yoksa sadece edebiyatseverler için mi? Futbol ile
ilgili yazmak bence kim ne derse nesin tehlikelidir. Hele bir de gerçek bir
kahramandan kurgu karakteri yaratmak ciddi cesaret işidir. Peace, bu işe
kalkışacak kadar taşşaklı bir yazar. Üstelik yazdığı karakter ondan beter.
Belki yazar gerçekten de Clough’un cesaretinden ilham almış olabilir. Kim için
yazmış olursa olsun romanın derdi okur değil. Onu bilgilendirmek ya da gözüne
girme peşinde de değil. Öfkeli bir adam var, kendince haklı sebepleri olan,
roman boyunca öfkesinin onu yetiştirmesini okuyorsunuz. Sonunda, romanın değil
ama mücadelesinin sonunda, öfkesini yenmeyi başarıyor. Ya da bu tamamen benim
varsayımım. Seçilen dil bazıları için rahatsız edici olabilir, öyleleri kaldı
mı emin değilim gerçi, ama romanın tonuna ve karakterin ağzına şıp diye
oturuyor. Bir yandan son derece sürükleyiciyken derinden sızdırdığı bir derdi
var romanın, sırf onu keşfetmek için bile okumaya değer. Üstelik olayların
ülkemizde geçtiğini hayal edip Clough yerine son derece tanıdık birilerini
koymak da tamamen serbest.
Sırça Fanus – Sylvia Plath
Bazı kitaplar vardır ki yazarlarından ayrı düşünülemezler.
Tezer Özlü’nün eserleri misal. Veya Sait Faik bütün öyküleri. David Foster
Wallace, Proust gibi ecnebi örnekleri de çoğaltabiliriz. Kendilerini
eserleriyle bütünleştirmişlerdir ve belki bunu çok istemeseler de her
okunduklarında yaşam öyküleriyle birlikte akla gelirler. Sırça Fanus, kanımca
bu tür kitapların ağababasıdır. Uzun süre uzak durmaya çalıştım bu nadide
başyapıttan. Neden bahsettiğini, neden yazıldığını, neye yol açtığını
biliyordum çünkü. Plath’in hayatını öğrendiğimde, akabinde izlediğimde (film
hayal kırıklığıdır bu arada benim için) neyle karşılaşacağımı az çok tahmin
edebiliyordum. Elbette bu yersiz ve daha fenası hadsizce bir yargıydı. Plath’in
şiirleriyle oyalandım ben de. Oyalanmaktan çok efsanenin çevresinden dolaşmaya
çalışmak diyebiliriz. Yazık ki şiir denen meret çevrilince etkisini neredeyse
yarı yarıya yitirir ve benim İngilizcem Plath’i kendi dilinden okuyacak kadar
yetkin değil maalesef. Belki düz yazıyı biraz ama şiirleri asla. Sonra bir gün,
hep dedikleri gibi, ansızın bir gün Sırça Fanus okuma cebime giriverdi ve
bitirilene kadar çıkmadı. Korkularımın ne kadar anlamsız olduğu daha kitabın
ilk sayfalarından ortaya çıkmıştı. Siz siz olun bir yapıtı kesinlikle
önyargılarınızla değerlendirmeyin. Plath, coşkusunu bir an bile kaybetmeden ilk
sayfalardan itibaren sizi avucunun içine alıyor ve birlikte girdiğiniz
sarmallardan çıkmanıza yardım ediyor. En azından bana yardımı çok dokundu.
Kitabı bitirdiğimde ona yardımının karşılığını verebilmiş olmayı diledim. Boş
bir dilekti, hiçbir kıymeti yoktu artık. Ölümden sonrası benim için karanlıktan
ibaret, bizi terk etmiş canlara verebilecek neyim var ki? İşte, tek
yapabildiğim ardından bize bıraktıkları hakkında faydasız kelam etmek. Korkmadan,
göğsünüzü gere gere Sırça Fanus’u okuyabilirsiniz.
Aşk Konuştuğumuzda Ne
Konuşuruz – Raymond Carver
Carver, öykülerini ilk zamanlar otomobilinde yazarmış. Evde
bunaldığı zamanlar dışarı çıkıp direksiyonun başına geçer, sürücü koltuğunda
daktilosunu bilmiyorum belki de arka koltukta veya tıklatır dururmuş. Yanlış
hatırlamıyorsam, yani ben öyle hayal etmediysem, sonraları evinde yazabilecek
duruma geldiğinde bile çalışma odasına bir sürücü koltuğu almış, onun üzerinde
yazmaya devam etmiş. Bilmiyorum, belki de Salinger’di öyle yapan. Ama doğrusu
Carver’a da pek yakışırdı böylesi. Öykülerini okurken sanki arabanın
penceresinden dışarıyı izliyor gibiyimdir çok kez. Ya da belediye otobüsünün
camından köprüyü ve altından akan kirli suyu izler gibi. Böyle sahneler
çoğumuzun başına gelmiştir muhakkak ve yine büyük bir kısmımız öyle anlarda
dayanılmaz bir yaratım/aktarım sancısı çekeriz. Sanki biri elimize kalem,
gitar, fırça verse o an dünyayı değiştirecek eseri ortaya çıkaracağız. İşte Carver,
böyle anların esas öykücüsü. Kesinlikle dünyayı değiştirme niyeti yok, hatta
tek bir insanı bile değiştirmeye gücünün yetmeyeceğinin farkında. Onu büyük
kılan da bu. Biz elimize kalem vermeyenlere küfredip hayıflanırken, o
direksiyonun başına geçip öykümüzü yazıyor. Hem de bizi hiç tanımadan. Tanıdığı
birkaç kişi yetiyor ona. Hep Carver’ın gücü, dilinin basitliğinde ve anlattığı
öykülerin sıradanlığında yatar denir, doğrudur, ancak unutulan veya görmezden
gelinen bir yeteneği daha vardır yazarın, neyi anlatacağını çok iyi bilir.
Baştan kararını vermiştir ve muhtemelen en çok da ayrıntıları özellikle tasarlamıştır.
Çünkü az ama öz anlatımın bayağılaşmaması için detaylara fazlasıyla özen
göstermek gerekir. Okurun önüne koyduğunuz anlatı temizdir ama bir o kadar da
apaçıktır, en ufak kusurlarınız hemen göze batar. Her şeyi anlatmaz Carver,
dolayısıyla bulanık nokta çoktur ama asla çelişkiye rastlamayız öykülerinde. Carver,
dürüst bir yalancıdır. Ve yazı işine bulaşmış herkes bilir ki en zoru doğrudan
şaşmadan uydurmaktır. Çok film çıkmıştır Carver’ın teknesinden. Henüz beni
tatmin edene rastlamadım ama en çok yaklaşanı “Take This Waltz” adlı Sally
Potter denemesi. Sorun şu ki film bir Carver öyküsüne dayanmıyor ama öykülerini
bana en çok hatırlatan da bu film oldu. Belki Potter’ın artık Carver öyküsü
uyarlama vakti gelmiştir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)