kim?
yaşamayanbilir
4 Aralık 2013 Çarşamba
vişne çiçeği
kapkara bir ekran.
siyah beyaz kar
koyu ve yoğun
pencereye serpişiyor.
üç balkonlu bir kasabaya
üstünden bakıyorum.
şurada bir bahçe, gri-yeşil
ve vişne çiçekleri.
içeri gir, sabah oldu (tüm mevsimler burada, yağmurlu bir günün içinde saklı)
yanına sürün (boşluğun bir parçası)
duvardakini izle yarım saat boyunca (bir portakal ve kabuğu)
dışarısı soğuk, camlarda buğu. (gökyüzünde bir yıldız)
bırakıyorum kendimi orada
onca zaman boyunca (nazik güzellik)
unutmama izin verdin yine
ve horluyorum horul horul
bıraktın unutayım
hatalı olmanın nasıl hissettirdiğini
açık olabilseydim ona karşı (zavallıyken her şeyin seni zavallı hissettirmesi ne tuhaf)
ne de ayyaşça görünüyor gözüme ama şimdi (yatakta uzanmış, lambanın ışığı tepeden çarpıyor)
sözlerimin üzerine yığılıyor (ayağa kalk, perdeyi çek, görmek için halen düşen yağmuru)
kapı çarptığı anki huzur (aşağıda sıcak kahve var, bir sigara için otur)
parçalanacak gün ışığı az sonra (filtresine dek, bir tane daha ve son sigarama kadar)
kafam iyi, aşağı indim (bir daha ve son kuruşuma dek)
izin verdin unutmama bir kez daha (sabahın dördü, yere serilmiş. Erkenden uyanmış)
ve ben sendeliyorum sana doğru
unutmamı istedin, yine ve yine. (sabahın dördü, yere serilmiş. Erkenden uyanmış)
başından beri ne biliyorsam.
20 Kasım 2013 Çarşamba
her denediğimde
ama her denediğimde aşkımızı söndürmeyi,
seni benden. elinin altında tutuyorsun beni
ve her seferinde
Tutulmak istiyorum sana -tutkumu israf ettiğim-
ama her denememde sarılıyorsun bana.
bir şeyler uzaklaştırıyor Öyle yakınsın ki
aşkı benden hissedebiliyorum.
ve hissedebiliyorum bunu
Öyleyse hemen sev beni Öyleyse hemen sev beni,
hiç bitmeyecekmiş gibi hiç bitmeyecek sanki.
denememe izin verme sakın Deneme beni kızım,
sonsuza dek kaybederim yoksa seni yoksa kaybedeceğim seni
her zaman… her defasında
her seferinde… her zaman.
18 Kasım 2013 Pazartesi
içeride bir gece
Delik deşikti pabuçlarım
içeri aldığında beni ilk kez,
peşinden sürüklendiğim yol
yatağına doğru değildi,
üzerinde uyuyacak bir şey yoktu içeride.
Ve gösterdin bana
kimden kaçtığımı
sanki hiç bilmiyormuşum gibi
tüm bu zaman boyunca
Of, yaşlı ayaklarım
tanıyor bu taştan sokağı
eski arkadaş gibiler.
iki seksen yerdesin
daha derini yok
üzerinde uyunacak bir şey de
Öyleyse gir içeri
kapının ardında bırak diğerlerini
duvar kağıtlarını yırt at
halıyı parçala, döşemeyi sök.
içeri aldığında beni ilk kez,
peşinden sürüklendiğim yol
yatağına doğru değildi,
üzerinde uyuyacak bir şey yoktu içeride.
Ve gösterdin bana
kimden kaçtığımı
sanki hiç bilmiyormuşum gibi
tüm bu zaman boyunca
Of, yaşlı ayaklarım
tanıyor bu taştan sokağı
eski arkadaş gibiler.
iki seksen yerdesin
daha derini yok
üzerinde uyunacak bir şey de
Öyleyse gir içeri
kapının ardında bırak diğerlerini
duvar kağıtlarını yırt at
halıyı parçala, döşemeyi sök.
ve biliyorum ki acı çekiyorsun
ve olamam orada senin için
ve biliyorum acıtıyor
ve artık olamam orada
Delik pabuçlarımla
nasırlaşmış yaralarımı
saklamaktı tercihim.
Öyleyse git ve çarşafları değiştir,
sokaklara geri dön,
getireceğim bir şey kalmadı sana.
Gör bak nasıl korkuyorum kapılardan,
döşemeden,
kaçıp yürüyorum sokaklarda
göstermek için sana
kimden kaçtığımı,
uyandığın anın hissiydi
ve bitti.
acı çektiğinin farkındayım
orada olamam senin için
acıtıyor, farkındayım
daha fazla olamam orada
Ayakkabılarım delikti
ilkin içeri aldığında beni,
bırakmak istemiyordum.
Ve şimdi senin ayakların
bu taştan sokağı tanıyorlar,
kırk yıllık dost gibiler.
Yerde uzanmış,
daha dibe batamıyorsun,
uyuyacak yerin de yok,
öyleyse gel içeri,
dışarıdaki bak ötekileri
duvarı parçala,
halıyı yırt,
döşemeyi yık istersen.
acı çeken sensin, biliyorum
orada olmamı bekleme ama.
acıtır, bilirim
daha fazla olamam artık orada.
Parçalanmıştı ayakkabılarım
beni içeri aldığında ilk defa,
nasırlarım vardı, yaralarım değil
ve onları saklamak istedim.
Öyleyse git de çarşafları çevir
sokağına dön sonra
verecek bir şeyim kalmadı sana.
Bak, ne korkuyorum kapılardan
ne yere serilmekten,
işte, çıkıp yürüyeceğim birazdan
ve kanıtlayacağım sana
neyden kaçtığımı,
uyanırken hissettiğimdi
ve o da gitti.
Etiketler:
bridge.,
intimacy,
lyrics,
terk etme,
tindersticks
15 Kasım 2013 Cuma
Munro
Geçtiğimiz Ekim ayının ilk cuması, nereden takıldıysa aklıma, dehşetli bir Munro okuma arzusuna tutuldum. Daha önce hanımefendinin tek bir cümlesini bile okumamıştım. Sabah evden çıkarken yolluk olarak yanıma aldığım romanın başlangıcı beni tatmin etmemişti, dönüşte yeni bir şeyler okumak istiyordum. İnternette gün içinde teslimat yapan kitapçı sitelerini gezerken Alice Munro ismine rast geldim. Tanıdık tınlıyordu kulağıma ama nereden olduğunu çıkaramıyordum bir türlü. Ardından çevirisi yapılmış kitaplarını incelerken, içlerinden biri ilgimi çekti. Genelde kitap satın alırken arka kapak yazılarına veya isme takılmam ama arada bir içgüdülerime kulak kabarttığım da olur. Hele böyle kitaplar elimden bırakamadıklarım arasına girerse yazarın başarısından kendime pay çıkarırım. Ne de olsa kişisel keşifler her zaman heyecan vericidir, insanın içinde okuma isteği uyandırır. Çevremizde sürekli bize okuma önerilerinde bulunanlara karşı bence bir tür meydan okumadır bu. Kendim için en iyisini kendim seçerim! Her zaman olumlu sonuç vermese de akılda kalanlar başarılı seçimler olduğundan içgüdülerimize göre alışveriş yapmaktan vazgeçmeyiz.
İşte şu cuma sabahı içimde karşı koyamadığım okuma isteği uyandıran kitabın adı şöyleydi; Çocuklar kalıyor. Alice Munro'nun dilimize çevrilen üçüncü öykü derlemesi. Öncekilerden daha çok ilgimi çekmesinin tek bir açıklaması var, derlemenin başlığı! İlginç olan orijinal dilinde öykülerinin bu başlık altında yayınlanmamış olması. Nedense Can Yayınları bu başlığı tercih etmiş. Öykü derlemelerinde başlığa nasıl karar verildiğini hep merak ederim. Genelde öykülerden birinin adı seçiliyor, peki ama hangisi? Yazarın bu konuda tercihi mi baskındır, yayın evinin mi? Yazar seçerken neye göre karar veriyor? İçine en çok sinen öykünün mü başlığını seçer, yoksa bütün öyküler hakkında kışkırtıcı ipuçları vereni mi? Nedenini bilmiyorum, her başlığın muhtemelen ayrı bir hikayesi vardır ama Çocuklar Kalıyor'u görür görmez bu yazarı mutlaka tanımam gerektiğini hissettim. Öyküsüne seçtiği isim daha en başından bana nasıl bir okuma macerasına başlayacağımı anlatıyordu. Ender yaşadığım bir kışkırtmayla baş etmeye çalışıyordum. Bir yandan kitaplığımın artık neredeyse ağırlıktan çökmek üzere olduğunu aklıma getirmemeye çalışırken, öte yandan Alice Munro'nun oldukça alçak gönüllü ama bir o kadar da vaatkar öykülerini merak etmeden duramıyordum. Bir kez daha merak duygum sorumluluk hissime galip geldi ve cuma öğle arasında namaza gidenlerle aynı yönde farklı bir hedefe doğru yola çıktım. En yakın kitapçıda şansımı deneyip kitabı sordum ancak aldığım cevap olumsuzdu. Hayal kırıklığı acıdır ama daha önce yaşanmamış bir duygu değil, üstesinden gelip farklı bir yazarı keşfetmeyi denedim.
O gün bulduğum yazarın hikayesini değil Munro'nunkini anlatmak istiyorum bugün, o yüzden arada geçen zamanı hızlı geçiyorum. O cuma akşamı iş dönüşünde öğlenki ateşim çoktan sönmüş, farklı bir hikayenin peşindeydim. Ancak Munro aklımdan tamamen çıkmış değildi. Halen internetten sipariş verebilirdim ama sorun şuydu ki zamanında elime geçeceğinden emin değildim çünkü ertesi çarşamba yolculuğa çıkacaktım ve üç iş gününde teslimata sık rastlanmıyor. Tutkumu erteleyip tatile çıktım. Arada bir Munro aklıma geliyordu ama yanıma aldığım güvenilir erzakla hevesimi doyuruyordum, başıma geleceklerden habersiz.
Yanlış hatırlamıyorsam Munro'ya olan yıldırım aşkımın 7.gününde acı haberi aldım. Tek kişilik aşkım halka açılmıştı. Onun için çok sevinmiştim, adına gurur duymuştum, hislerimin ne kadar çok insanla paylaşıldığını öğrenmek de güzeldi ama yine de içten içe her kıskanç aşığını hissettiği duyguya kapılmıştım, yeni keşfettiğim dünyayı kimseyle paylaşmak istemiyordum. Hele bu kadar erken! Henüz ben bile neyle karşı karşıya olduğumu bilmiyorken bütün dünya -en azından edebiyat severler- aşkıma saldıracaktı. Olumlu tarafından bakarsak dilimize daha çok Munro çevrileceği kesindi. Muhtemelen önceki çeviriler de tekrar basılacaktı, dolayısıyla kitapçıları bir daha ziyaret ettiğimde olumsuz cevap almam çok zordu artık. Öte yandan yeni filizlenmiş merakım gün geçtikçe artıyordu. Tatile çıktığım şehirde Türkçe ikinci dildi ve etrafta pek Türkçe kitap satan bir yer görünmüyordu. Yine de şansımı deneyip bir kaç kitapçıya sordum, bırakın Türkçe'sini İngilizce'sini bile bulamadım. Arzumun ulaşılmaz oldukça harlandığının farkındaydım. Biraz olsun söner diye internetten iki Munro çevirisi siparişi verdim. Nasıl olsa bayramdan sonra işleme alınacaklardı ve eve döndüğümde ancak kargonun kapıma dayanacağını tahmin ediyordum. Ecnebi kitap evlerini tavaf etmeye devam ettim. Teselli ikramiyelerimin ücretlerini öderken kasada, ellerinde Munro çevirileriyle bekleyen şanslı Almanlara sinir oldum. Haberi duyar duymaz, işleri güçleri yok sanki, soluğu kitapçılarda almışlar, güzelim Munro baskılarını gözüme gözüme sokuyorlardı. Ya sabır çekip aklımı dağıtmak için elimdekileri inceledim.
Öyle ya da böyle tatil bitti, eve döndüm, eşyalarımı kaldırdım, ortalığa çeki düzen verdim, akşam oldu, yemeğimi yedim ve o ana kadar aklıma gelmesine izin vermediğim siparişimi düşündüm. Netten durumuna baktım. Ben uçaktayken kargolanmıştı. Kargo ofisi uyuzluk yapmazsa ertesi sabah elimde olması işten bile değildi. Merakımı dizginleyerek uyumayı becerdim. Sabah kapının zili uyandırdı beni ve heyecanımı gizleyip kapıyı açtım, kargocuya çaktım imzayı, koliyi salonun ortasındaki masanın üzerine koydum. Her zamanki gibi bantını açmak için makas arayıp törpüye razı oldum -nedense törpüler makastan kolay bulunur, mantıklı bir açıklaması olmalı bunun- , kitapları kolisinden yavaşça çıkarıp jelatin kaplarına dokundum. Önceki deneyimlerime göre heyecanla beklediğiniz an önünüze çıktığında yapabileceğiniz en kötü şey sabırsızlığınıza yenilmeniz. Anı mahvetmeniz pek muhtemeldir. Törpünün ucuyla jelatini söktüm ve kitaba hiç zarar vermeden kabını sıyırdım. Artık Munro parmaklarımın ucundaydı.
Çöle düşenlere bulunduklarında hemen bolca su içmemeleri söylenir, vücudun tepkisi ani ve beklenmedik sonuçlar doğurabilirmiş, aynı durum uzun zaman almış beklemeler için de söz konusu bana sorarsanız. Bir an önce beklediğinizi elde etmeye çalıştığınızda çoğunlukla bünye ters tepki verir. Ya büyük bir hayal kırıklığına uğrarsınız, ya da öyle bir coşkunluğa kapılırsınız ki o an geçtiğinde her şey gözünüze anlamsız görünmeye başlar, sıkıcı bir boşluğa düşersiniz. Ben beklemeyi uzatmayı tercih ederim, bazılarına göre bu da ayrı bir eziyettir, hele o birileri ile ortak bir hayat sürdürüyorsanız.
Çocuklar Kalıyor adlı öykü kitabında 8 öykü var. Öyküler ortalama 35-40 sayfa sürüyor. İlk okumak istediğim öykü kitaba adını verendi ama yayın evinin veya yazarın sıralamasını bozmaya kıyamadım. Saçma bir takıntı olabilir belki ama öyküler arası sıralamanın bile önemi olduğunu düşünür, onlarda alacağım zevkin sırayı bozduğum için azalmasını göze alamam. Ayrıca o öyküye gelene kadar merakımın olgunlaşmasını istedim. Sadece ismini bildiğin bir öyküye duyulan ilgi pek sağlıklı değildir. Yazarını tanıdıkça öykülerle de yakınlaşırsın, onları ne zaman, nasıl okuman gerektiğini anlamaya başlarsın. Elbette yazarını tanımak derken hayat hikayesini öğrenmeyi kast etmiyorum. Onun kelimeleri, cümleleri, karakterleri, mekan duygusu, geçişleri, kısaca bir yazarı yazar yapan her şeyi öğrenmekten bahsediyorum. Onu tanıdıkça öyküleri de tanıdık gelmeye başlar ve evden işe gittiğinde, döndüğünde, yemek yerken, maç izlerken, dişlerini fırçalarken, simit almaya giderken, parkta çocukları izlerken, öykülerdeki karakterleri düşünmeden edemezsin. Sanki bir yakının başına gelmiş gibi üzülürsün başlarına gelenlere, heyecanlarını paylaşırsın.
Alice Munro belki kitabına verilen isimle tavladı beni ama onu tanıdıkça çok daha fazlası olduğunu keşfettim. Bir yerlerde yazınının güney gotiklerini andırdığını okumuştum, çok yanlış bir değerlendirme değil, özellikle Flannery O'Connor ile yer yer kardeş gibi okunabilirler ama bana Munro daha insancıl geldi. Bahsettiklerini okuyarak insana olan inancınız ne kadar artar bilmem ama bende uyandırdığı duygu, insanlığın güvenilir olmadığını hep bilsek de onları incelemekten, onları soframızı davet etmekten ve nihayet onlardan biri olarak seçimlerimizle, çevremize karşı tepkilerimizle, haklarında düşündüklerimiz ve dışarıya yansıttıklarımızla etkilediğimiz onca karaktere yaptıklarımızla beraber yaşamaktan vazgeçemeyeceğimiz. Belki bu içten gelen beraber yaşama arzusu veya başkasına göre zorunluluğu dünyayı bir arada tutan tek bağdır. Sahip olduğumuz en iyi şey.
Munro okurken ve halen okumaya devam ederken, bilgeliğin sesinin her zaman bir yolunu bulup kendisini arayana ulaşmayı becerebildiğini gördüm. Nerede yaşadığınız ve hangi dili konuştuğunuzun önemi olmaksızın.
Çocuklar Kalıyor adlı öykü kitabında 8 öykü var. Öyküler ortalama 35-40 sayfa sürüyor. İlk okumak istediğim öykü kitaba adını verendi ama yayın evinin veya yazarın sıralamasını bozmaya kıyamadım. Saçma bir takıntı olabilir belki ama öyküler arası sıralamanın bile önemi olduğunu düşünür, onlarda alacağım zevkin sırayı bozduğum için azalmasını göze alamam. Ayrıca o öyküye gelene kadar merakımın olgunlaşmasını istedim. Sadece ismini bildiğin bir öyküye duyulan ilgi pek sağlıklı değildir. Yazarını tanıdıkça öykülerle de yakınlaşırsın, onları ne zaman, nasıl okuman gerektiğini anlamaya başlarsın. Elbette yazarını tanımak derken hayat hikayesini öğrenmeyi kast etmiyorum. Onun kelimeleri, cümleleri, karakterleri, mekan duygusu, geçişleri, kısaca bir yazarı yazar yapan her şeyi öğrenmekten bahsediyorum. Onu tanıdıkça öyküleri de tanıdık gelmeye başlar ve evden işe gittiğinde, döndüğünde, yemek yerken, maç izlerken, dişlerini fırçalarken, simit almaya giderken, parkta çocukları izlerken, öykülerdeki karakterleri düşünmeden edemezsin. Sanki bir yakının başına gelmiş gibi üzülürsün başlarına gelenlere, heyecanlarını paylaşırsın.
Alice Munro belki kitabına verilen isimle tavladı beni ama onu tanıdıkça çok daha fazlası olduğunu keşfettim. Bir yerlerde yazınının güney gotiklerini andırdığını okumuştum, çok yanlış bir değerlendirme değil, özellikle Flannery O'Connor ile yer yer kardeş gibi okunabilirler ama bana Munro daha insancıl geldi. Bahsettiklerini okuyarak insana olan inancınız ne kadar artar bilmem ama bende uyandırdığı duygu, insanlığın güvenilir olmadığını hep bilsek de onları incelemekten, onları soframızı davet etmekten ve nihayet onlardan biri olarak seçimlerimizle, çevremize karşı tepkilerimizle, haklarında düşündüklerimiz ve dışarıya yansıttıklarımızla etkilediğimiz onca karaktere yaptıklarımızla beraber yaşamaktan vazgeçemeyeceğimiz. Belki bu içten gelen beraber yaşama arzusu veya başkasına göre zorunluluğu dünyayı bir arada tutan tek bağdır. Sahip olduğumuz en iyi şey.
Munro okurken ve halen okumaya devam ederken, bilgeliğin sesinin her zaman bir yolunu bulup kendisini arayana ulaşmayı becerebildiğini gördüm. Nerede yaşadığınız ve hangi dili konuştuğunuzun önemi olmaksızın.
Not 1: İlk Munro çevirisi Goa Basım Yayın diye adını bilmediğim bir yayın evinden 2006'da çıkmış. Çok satar romanlara yakışır bir kapak çalışması ve Kaçak adıyla. Bugünlerde yeniden yayına hazırlanıyor. İkinci çeviriyi Can Yayınları basmış, Bazı Kadınlar başlığıyla. Yine İngilizce'sinden farklı bir başlık. Dördüncü çeviri de üçüncüsü gibi Can Yayınları'ndan yeni çıktı, Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik adı altında.
Not 2: Munro Nobel'i almadan önce sene başında yaptığı bir açıklamayla yazmayı bıraktığını açıklamıştı. Kolay değil, önümüzdeki temmuz ayında 83'ünü bitirecek ama bana kalırsa yakın zamanda olmasa bile yeni bir Munro öyküsü mutlaka okuyacağız.
Not 2: Munro Nobel'i almadan önce sene başında yaptığı bir açıklamayla yazmayı bıraktığını açıklamıştı. Kolay değil, önümüzdeki temmuz ayında 83'ünü bitirecek ama bana kalırsa yakın zamanda olmasa bile yeni bir Munro öyküsü mutlaka okuyacağız.
13 Kasım 2013 Çarşamba
Düşmüş
Erkeğini baştan
çıkarmanın yollarını anlat bana,
ve tüm gizli büyülerini.
Nereden öğrendiğini anlat
düşmüş sesiyle konuşmayı.
Duvarların içinden geçenler hayaletlerdir,
bilirim.
Nasıl düşeceğini henüz öğrenen herifin tekiyim
bense.
Yeniden düşlemeyi dene beni
ve ben de tekrardan icat edeceğim
kendimi.
Halen hatırlarken sahneleri
başkalarına
baktığın.
Duvarları delip geçen hayaletler tanırım.
Düşmeyi
öğrenen adamın biriyim ben.
Benden şüphe
etmeye başladığında
ben de
kendimden ederim.
Ve asla gözünü
dikme bana
içime
kapanırım yoksa.
Duvarları umursamayan yaratıklar gördüm,
ben
onlardan değilim.
neysem oyum
ve kimsem oyum
bilirim ne bilirim
ve tek bildiğim
düştüğüm
duvarların
içinden geçebilsem
anlatırdım
sana kim olduğumu belki
henüz
herifin tekiyim hala düşmeyi öğrenen
adamın biriyim nasıl düşeceğini çözmeye takan
1 Kasım 2013 Cuma
tatsız utançsız nefessiz
Bu, hayatta kalmak isteyen bir kadının öyküsü.
Onu öldürmek isteyen yok ama o yine de hayatta kalmak istiyor. Tüm cesaretini toplayıp defterine ne olursa olsun ölmemesi gerektiğini yazıyor. Bunun için önce şartları oluşturması lazım. Birinci şartı, nefes almaya devam etmek. Nefes aldığım sürece, diye yazıyor defterinin temiz sayfasının sol üst boşluğuna, yaşamaya devam edeceğim. Kim ki engel olmaya kalkışırsa soluk almama, bütün gücümle direneceğim. Kendi hür irademle nefesimden vazgeçtiğimi kimse görmeyecek.
İkinci şartı, kendinden utanmamak. Öyle bir duruma düşmektense ölmeyi yeğlerim, kendime ölmeyi yasakladığıma göre asla kendimden utanacak bir duruma düşmemeliyim. Ya, öyle bir an gelir de bütün çabalarına rağmen böyle bir duruma düşerse ne olacak? Ölüme nasıl direnecek? Bir tercih mi yapması gerekecek? Biliyor ki, kendine koyduğu yasakların biri öbürüne üstün değil, her biri aynı kesinlikte ve istisnalarla bu yasakları gevşetemez. Ancak ve ancak öldüğü zaman kendinden utanacak. Ya da kendinden utandığı an öldüğü an olacak. Öyle bir an gelirse huzurla ve ölümün kendi elinden olmadığına inanarak gözlerini yumacak. Bu öyle mutlak bir inanç ki bedeni o an gelmeden hazır olacak ve bilinci o anı fark etmeden kapanacak.
Üçüncü şartı, tat almak. Bencilce bir istek bu. Belki
küçüklüğünden kalma, artık anımsayamadığı bir hatıradan ötürü tat alma duyusuna son derece tutkun. Neye mal olduğunu düşünmeden yediklerinden her zaman zevk
almaya baktı. Yemek için yaşadığı söylenemezdi ama tat alma duyusunu kaybederse
hayatta kalma içgüdüsünü kaybedeceğini içten içe hep biliyordu. Ölmemeye karar
verene dek bu konu hakkındaki nihai düşüncesini merak etmemişti, şimdi bir
sonuca varmak zorundaydı ve nihayet anladı ki, her geçen gün azalan lezzetlerini
tatmayacaksa bu tatsız dünyada kalmak istemiyordu.
Şartlarını yazmayı bitirince rahatladı. Baştan bir kez daha
okudu yazdıklarını. Tatmin olmuştu. Yanı başında duran yeşile boyalı, ekşi
şekerlemelerden birini ağzına attı. Kalkıp evin içinde biraz yürüdü. Mutfağa
gitti, tezgahı sildi, oradan banyoya geçti, saçını ıslattı, yatak odasında
biraz ayakta dikildi. Burası benim evim, diye geçirdi aklından. Anahtarı
kapının üstünde, dilediğim zaman çıkar gezerim, ne zaman istersem o zaman eve
dönerim. Bu düşüncenin verdiği özgürlük hissiyle kendinden geçti, şeker hala
dilinin ucundaydı, yatağına çöktü. Kendine geldiğinde uzanmıştı. Başının
altındaki yastıktan fırlamış tüyler ensesini kaşındırıyordu. Hava kararmıştı. Bütün
gün bu yatağa hapsolmuş olamam herhalde, dedi ve cümlesi bitmeden ardından
geleceği sezinledi.
Kimse onun için üzülmedi. Ne de olsa her şey inançları uğrunaydı.
22 Ağustos 2013 Perşembe
en uzun gün
Kıpırdamıyorum
Bir odadan ötekine
Basamak basamak ilerliyorum
Arada gözlerim kapanıyor,
Duvara tosluyorum
Dünyanın en uzun günü
Parmaklarımdan önüme akıyor.
Götürün beni buradan, çürüyorum.
29 Temmuz 2013 Pazartesi
Gün batımı, doğumu ve gece yarısından önce ve sonrası
Doksanların ortasından sonra hayatımıza bir film kanalı girmişti. Sinemaya ilgi duyan her ergen için bütün gün film yayınlayan bir kanal müthişti ama maalesef şifreliydi. Yine de benim gibi iflah olmaz çoğu film sever, sonradan şifre gireceğini bile bile filmlerin başını izlerdi. Neden bilmem, belki bir seferlik şifreyi unutacaklarını falan sanıyorlardı. Yine böyle şifre gireceğini bile bile izlemeye başladığım bir filmin başı beni çok etkilemişti. Rüya gibi başlıyordu film, sanayi devriminden çıkma bir tren sakin güneş ışığı altında, çayırların arasından tarihi köprülerin üzerinden düşlerimdeki gibi geçiyordu. Yolcuların arasında Alman bir çift tartışıyordu. Yan koltukta kitap okuyan, muhtemelen Fransız sarışın gürültüden rahatsız olup arkalarda boş bir koltuğa oturduğunda yan taraftaki delikanlıyı fark eder. Genç de kıza kısa bir bakış atar. Bakışı karşılık bulur ama konuşmazlar. Hemen sonra kavgacı çift yerlerinden kalkıp bizimkilerin yanlarından bağıra çağıra arka vagona geçerken ikisi de kafalarını kitaplarından kaldırıp çifte baktıklarında yüz yüze gelirler. Çifti azcık çekiştirir çekiştirmez kendilerine dönüp okudukları kitapları birbirlerine gösterirler. Sonra da erkeğin teklifiyle yemek yenen vagona bir şeyler içmeye geçerler. Tam rüyamda görsem daha iyisini hayal edemezdim derken, sonraki sahnede şifre girdi ve ben çaresizlik içinde filmin adını bulmaya çalıştım. Maalesef filmi jeneriği bittikten sonra yakalamıştım ve o zamanlar hiçbir oyuncuyu tanımıyordum. Tek şansım o günün gazetesinden kanalın yayın akışını bulmaktı ancak evdeki gazetede bir şey yazmıyordu. Filmi unutmak ve kalan kısmını hayal gücüme bırakmak zorunda kaldım.
Yıllar sonra film tekrar karşıma çıkınca bir tuhaf oldum. Sanki yıllar önce değil de şimdi bana filmden bahseden kızla bu filmi izlemeliymişim gibi hissettim. Üstelik ilk defa o bana bir film öneriyordu, oldukça nadir yaşanırdı bu durum, çünkü aramızda kafayı filmlere takmış olan bendim, onun için hepsi altı üstü filmdi ve aslında oldukça haklıydı.
Filmin neden bu kadar sevildiğini anlamak çok zor değil, 16 yaşında birisine trende giderken biriyle tanışıp tüm günü birlikte geçirme hikayesi anlatırsan ve azcık film çekmekten anlıyorsan, karakterlerin nasıl konuştuklarının farkındaysan, olan biteni Viyana'da geçirirsen, yetenekli oyuncular varsa elinde ve doğaçlama yapmalarına izin vermişsen ve her şey son derece sahici görünüyorsa çünkü hikaye sahici bir deneyimden esinlenmişse, son olarak müzikten anlıyorsan, anladığını filmlerinde gösterebiliyorsan, inanmayanlara bile büyülü anları hissettirebiliyorsan, değil 16 yaş, 40 yaş ve üzerindekiler bile filmini izler. Bu da sinemanın sırrı işte. Olmayacak veya az kalsın olacak hikayeleri gayet mümkün kılmak.
Bir sürü film daha izledikten, bi dolu mutlu gün doğumu ve mutsuz gün batımından sonra o kızla evlendim. Bunda Linklater'ın ne kadar parmağı var bilmem, çok değildir, lafı açıldığında ne çok sevdiğimizi, ayılıp bayıldığımızı söylesek de filmler filmdir işte, başlar ve biterler, perde kararır, çıkış lambası yanar, dışarıda gün değişmiştir, bambaşka bir şehrin dışına yürürsün. Şanslıysan yürüyüşünü kısa keser ve bir taksiye atlayıp evde yarattığın hayallerine geri dönersin. Belki film arada tekrar bi aklına gelir, ne güzeldi dersin ama işte o kadar. Önünde yine yapman gereken tonla iş, alman gereken milyon karar, bitmesini istediğin günler, iple çektiğin akşamlar, yer yarılsa da dibine girmek istediğin anlar vardır. Hep de olur zaten. Şunu da bilirsin ama, her zaman yeni bir filmin karşına çıkma olasılığı vardır.
Mesela yıllar yıllar sonra bir festival kitapçığında. Sonlara doğru bir sayfadaki fotoğrafta; şişko Fransız kız bir deri bir kemiktir, maço Amerikalının keçi sakalı daha uysal ama daha hoştur ve sevdiğin film dokuz yıl sonra kaldığı yerden devam ediyordur. Haberi alır almaz biletlerin satışa çıkacağı günü beklemeye başladım. Nedense o zamanlar bir festival filmine bilet almak için sabahtan sıraya girmek zorunda değildin, sanırım şu akıl çelici IKSV kartlar da yoktu, tek yapman gereken biletlerin satışa çıktığı saatte internetin başında olmaktı.(Sekiz sene sonra artık bunun yeterli olmadığını acıyla öğrenecektim.) Ancak bazen biletleri almış olmak da yetmiyor. Son dakikada ortaya çıkan bir Ankara gezisi hayallerimi ertelemeye sebep oldu. Üzücü olan ya da başka bir bakış açısıyla bakarsak öğretici olan, filmi beraber izlemek istediğim kişi için bu durum o kadar da büyük bir şansızlık değildi. Ha bugün ha bir ay sonra izlemişsin, eninde sonunda bir film, Ankara'da bekleyenlerden kıymetli değil. Öyle mi? Beyaz bir perdeye yansıyan cansız ışık oyunları kanlı canlı arkadaşlardan daha önemli olabilir mi? Eğer böyle düşünüyorsam gerçekten kafayı yemiş bir sosyopata mı dönüşüyorum demektir? Ya da şöyle sorayım, Jesse veya Celine'den arkadaş olur mu? Ya seni en iyi anlayanın onlar olduğunu düşünmeye başlamışsan? Sanırım bu da ayrı bir klinik vakanın başlangıcı olurdu.
Ankara'ya gidildi, biletlerin üzerinde yazan saatte dönüş otobüsüne binildi, kafayı cama dayayıp klasik pozda filmin nasıl devam ettiği düşünüldü, şehre dönüldüğünde filmin devamını bilen en az bir sinema dolusu insanın varlığına tahammül edildi, haftalar süren ısrarların sonunda korsan dvd kopyası bulundu ve koşa koşa eve gidilip dvd çaların haznesine özenle yerleştirildi. Kötü alt yazı, arada siyah beyaza dönüşen görüntüler ve kayıp araba içi sahnesine rağmen film ilgiyle izlendi. Sondaki Nina Simone bitene kadar dinlendi, internetten Nina Simone diskografisi indirildi, ayrıca filmde çalınan şarkının konser yorumu indirildi, bir başka yorumu daha takılınca ağa, o da indirildi ve ertesi sabah işe gidilirken sadece bu şarkılar dinlendi. Üç gün başka bir dünyada yaşandı, Viyana değil, Paris de değil, iki şehir de umurumda değil, bu dünya başka bir dünya, Linklater ve görüntü yönetmeninin dünyası, Kim Krizan ve Linklater'ın karakterleriyle Türk kahvesi içebildiğin bir dünya. Sonrası bildiğiniz gibi, bir film filmdir işte, ötesi değil, sabah çapaklarını temizlemeye devam et.
Tam da filmi unuttuğunu sandığında, evliliğinin ve normal hayatının yarısının ortalamayı geçtiğini kutladığında, az buz değil önemli bir eşiktir bu, yeni bir bildirim; bu defa herkeste son teknoloji, bilgiden kaçman olanaksız, filmin devam edeceğini öğrenirsin. Aynı yönetmen, aynı oyuncular, farklı şehir. Günün, haftanın, yılın müjdesidir. Senden başkası önemsemez gibi görünse de içten içe öyle olmadığını bilirsin. Sorun şu ki ne onların kim olduğunu bilirsin ne de öğrenmek istersin. Nasıl olsa film festivale geleceği gün öğreneceksin. Öyle de olur, haberden neredeyse iki yıl sonra film üç gösterim için şehre gelir. Uzun bir süre sırf filmi görmek için kart almayı düşünürsün. Kafayı yemiş olduğuna güzel bir kanıt. Ama az biraz akıl kalmıştır başında ya da sen öyle sanıyorsun. Biletlerin satışa çıkacağı saate kurarsın cep telefonunu ve çalmasını beklersin. Cebin çalar veya çalmaz, sen uyanmazsın.
Uyandığımda ilk iş nete girdim ama o saatten sonra bilet bulabileceğime inanacak kadar da saf değilim.. Ne kartım ne de karta sahip tanıdığım, ne de bana fazladan bilet almayı akıl edecek, planlayacak, sahiden isteyecek bir arkadaşım vardı. Dert değil kaçak yollar var, yüz beşinci kez nette filmi arama ve yüz bilmem kaçıncı fake dosyanın indirilmesiyle sonuçlanan beyhude çabalar... Ticari gösterim tarihi aylar sonra açıklandı. Takvime işaretlenen o güne dek karpuz ekmek peynir yenerek yaşamaya tutunuldu. Gün gelir, saatler geçmez, saatler geçer, yol bitmez, yürüyerek sinemaya ulaşılır, biletlerin ucuzlamasına sevinilir ama anlamsız bir sevinç bu, bunca beklemenin değerini kimse hesaplayamaz.
Öyle ya da böyle boş bir yer buldum, salondaki tek sap olduğumu fark ettim ama umursamadım. Film başladı. Jesse, kızıl sakallarına ak düşmüş Jesse kurumuş, onu kurutan ne bilmiyorum. Yanındaki çocuk mu sanmam, kendisi oğlundan çocuk. Kırk yıldır görmediğim dostumu görmüş gibiyim. Kamera çocuktan ayrılır ve o bakış, dünya üzerinde Ethan Hawke'tan başkasında göremeyeceğiniz o bakış şu an Jesse'nin suratından bize doğrudur. Ve tanıdık bir melodi çalınır kulağımıza, Linklater daha ilk sahneden niyetini belli etmiştir, bu filmde kimse aşık olmayacak. Ama belki de ilk defa gerçekten aşktan bahsedecekler. Tüm serinin en sevdiğim anları işte bu anlar artık, Jesse'nin oğlunu havaalanında bırakıp Celine ve kızlarına doğru yürüdüğü sahne. Film sinemaya dönüşmüştür. Bundan böyle herkesin en sevdiği filmden bahsetmiyoruz, sinema aracılığıyla yaşayan arkadaşlarımızı izliyoruz aslında.
Film biter, ben de. Yerimde daha fazla kalmak istemem, ilk çıkan ben olurum sinemadan, kalabalığa karışırım, bir kitapçıya dalarım şapşal şapşal, boş kitaplara bakarım, dvdlere dokunup arkalarını okurum, okuduğumdan bir şey anlamam, hiçbir şey almadan çıkarım dükkandan, yürüyen merdivenlerin beni evime kadar çıkarmasını dilerim, ancak metrobüse taşır merdivenler, gerisini ben hallederim, şu yürüyen cesedi daha ne kadar taşımam gerekecek kim bilir, belki bir dokuz yıl daha.
10 Haziran 2013 Pazartesi
bir sabah parkta ansızın
Dün gece saat bir civarıydı sanırım. Uzaklardan mesaj geldi
ve hiç tanımadığım bir gencin polis kurşunuyla yaralandığını öğrendim. Gerçek
mermi, gerçek bir yaralanma. Öyle bir gece, öyle bir bilgi kirlenmesi
yaşıyorduk ki her duyduğumuza inanmak zordu ama bu mesaj tanıdığım birindendi.
Gencin durumu kritikmiş ve kafasına isabet eden kurşunun beynine kalıcı bir
zarar vermiş olmasından korkuluyordu. Uzandığım yerde kaldım. Uzandığıma
utandım ve doğrulup başımı ellerimin arasına aldım. Bir şeyler söylemek istedim
ama kelimeler ağzımda anlamını yitirdi. Daha doğrudan bir yolu tercih edip
küfrettim. Bir haftadır olanların özeti bu küfürde saklıydı.
Dinle hesaplaşmam uzun yıllar önce bitmişti. Basit bir
açıklamayla bitirmiştim ilahi tartışmayı, inanmak gönül işiydi akıl değil,
içimden gelmediği sürece inanmayacaktım. O gün bugündür varsa eğer içimde
yeşerecek böyle bir inanç bekliyorum ama bugüne kadar gerçekleşmeyen bugünden
sonra ne değişirse gerçekleşecek bilmiyorum, beklemeyi, bilmeyi, evet dürüst
olmam gerekirse ummayı bile bıraktım. İnançsız olmam ne cesaretimi azalttı ne
de yaşamaya olan arzuma etki etti. Ahlaki sorulara da nasıl düşünüyorsam öyle
cevap verdim. Mümkün olduğunca tutarlı olmaya çalıştım. Kendime koyduğum en
büyük ahlaki şart bu oldu sanırım, tutarlı olmak. Ama biliyorum ki her zaman bu
dirayeti gösteremedim, çeşitli nedenlerden ötürü hayatta kalmak ya da istediğim
hayatı sürdürmek adına zaman zaman kendimle çeliştim. Fark ettiğimde kendimden
utandım ve tekrarlamamaya söz verdim ama bir söz ne kadar geçerli olabilir ki?
İnsan kendine verdiği sözleri hangi koşullara dek sürdürebilir? Direnebildiği
noktaya kadar. İşte bence ortaya çıkan, haftalardır meydanları dolduranların
direnç noktasıdır. Kendilerine ve başkalarına verdikleri sözleri yuta yuta
şiştiler, hiç tanımadıkları insanların uğradıkları şiddeti görünce de
patladılar. O insanları tanımıyor olabilirlerdi ama çektikleri zülüm ortaktı.
Onlar olayın içinde olup gazı solumak, kapsülü kafaya yemeyi tercih etmişlerdi,
diğerleriyse rahat evlerinde olanları takip etmeyi. Ancak iki taraf da aynı ıstırabı
farklı şekillerde çekiyorlardı, haksızlığa uğruyor olmanın acı hissi. Öyleyse
ne olmuştu da mutlu mesut evlerinde dizi izlemeleri beklenen kitle sokaklara
bariyer inşa etmeye dökülmüştü?
Olan biteni anlamaya çalıştıkça zihnimin geriye sarmasına
engel olamıyorum. Sanki geçmişte bir yerlerde saklı gizemi çözersem her şey aydınlanacak.
Henüz ortaokulda tanıştığım imanlı kimselerin ilk tespit
ettiğim özellikleri sinsilikleriydi. Yardımseverlikleri doğal değildi. Bir
hesap peşinde olduklarından hep şüpheleniyordum ama bir şey bildiğim de yoktu.
Uzak durdum. Bu pek ideolojik bir tercih değildi, inancımın yoksunluğun
farkındaydım ama onlardan bu sebeple farklı olduğuma inanmıyordum. Daha çok
samimiyetlerinden şüphe ettiğim için bana itici geliyorlardı. Belki okumayı
sevdiğimden dolayı dünyayı daha sahici bir mecra olarak hayal ediyordum. O
zamanlar okuduklarım umut doluydu ya da her okuduğumdan pembe hayaller çıkaran
bendim. Büyüdükçe okuduklarım pek değişmedi ama satır aralarını fark ettim.
Zamanla umudun renginin her zaman pembe olmadığını, hatta neredeyse hiç
olmadığını, mücadele etmediğin sürece kimsenin hayallerini önüne sermeyeceğini
keşfettim. Umudun rengi olsa olsa bulut rengi olabilirdi. Varacağın noktaya
yaklaştıkça açılan bir gri.
Büyüdüm, benle beraber iman sahipleri de. Onları bilmem ama
ben çokça hayal kırıklığına uğradım, yenildim, baştan başladım, düşler kurdum,
bazılarının peşinden gittim, bazılarını sahipsiz bıraktım, âşık oldum, acı
çektim, çektirdim, çok mutlu olduğum anlar veya yataktan kalmak istemediğim
günler oldu, insanlara güvendim, aldattım, aldandım, yeri geldi bağırmak
istedim, bazen korktum, bazen umurumda değildi, öfkelendim, kırıldım, eğlendim,
eğlendirdim ve ne olursa olsun her zaman aklımın bir köşesinde insanların
kahkahalarını sakladım. Sıkıldıkça onları hatırladım. Sonra çevremdekilerin
büyümelerini izledim. Yaşadığım ülkeyle birlikte değişiyorlardı. Tek değişmeyen
sinsilikleriydi. Kullandıkları kelimelerin sözlük anlamları pek yüceydi,
keramet doluydu, saygı duymamak elde değil, gel gör ki sanki bu anlamların
farkında değillermiş gibi davranıyorlardı. Herkes hoşgörüden bahsediyordu,
güzel bir kelime, öyle ama hoşgörünün zihinlerdeki imgesi karşılıklı duran cami
ve kilise tabularıydı. Benim tabuma sen de saygı duy! Farklılıklar bundan
ibaret değildi ki! İnanç çeşitliliğinden bahsetmiyorum sadece, tüm dinlerin
kurumlarına saygı duyulmalı elbet ama bu saygı inanmayanların veya inancı
seninkinden farklı olanın yaşama alanlarına müdahale hakkı doğurmaz,
doğurmamalı.
Başörtüsü imanın gereğiyse ve saygı gösterilmesi
gerekiyorsa, çıplaklık da başka bir inancın gereği olabilir ve saygı
gösterilmelidir. Ama öpüşmeye bile tahammül edemeyen bir zihniyet hangi
özgürlükten bahsedebilir ki? Özgürlükler dinin dogmatik kuralları çerçevesinde
çizilmez, toplumun sözde geleneksel değerleri çerçevesinde de. Tek kısıt
konabilir o da başka özgürlüklerin kısıtlanması durumu. Elbette bu yargı da işine
geldiği gibi çekilemez, benim çıplak gezme özgürlüğüm bir başkasının çıplak
insan görmeme özgürlüğüyle çelişmez aslında, ikincisi özgürlüğün değil
kısıtlamanın tanımıdır. Peki bu kısıtlamalar nasıl belirlenebilir? Hali hazırda
işleyen tek yol toplumsal sözleşmeler. A bölgesindeki özgürlük B bölgesinde
yasak olabilir mi? Buna o bölgelerde yaşayan ortak bilinç karar verebilir
ancak. Mesele bu ortak bilinci yaratabilmek. Örnekse, ülkemde kabul edilmiş
ortak bilinç sokaklarda çıplak gezmeyi ayıplar. Ama bölgeye göre de değişir
çıplaklığın ölçüsü. Neredeyse herkes bilir bunu, kanıksamıştır bu kısıtı ve ona
göre özgürlüklerini kullanır. Bana göre herkes istediği gibi giyinmeli ve bu
hak için mücadele edilmelidir sonuna dek, ancak çıplaklık özgürlüğü elde edilene
dek provakatif eylemlerin dışında metroda çırılçıplak gezinmek, evet, kabul
etmesi ne kadar zor olsa da diğerlerinin çıplak insan görmeme özgürlüklerinin
ihlaldir. Özgürlüklerden bahsederken ister istemez hakları anlatmış oluyoruz.
Bu iki kavram kolaylıkla birbirinin yerini alabiliyor, toplumsal yaşamdan
bahsederken. Bence en keskin ayrım şu, özgürlükler canlıların doğuştan sahip
olduklarıdır, haklar ise beraber yaşamanın getirdiği kısıtlardır. Alkollü
içecek tüketmek bir özgürlüktür. Kuralları Müslümanlar tarafından belirlenmiş
bir toplumla birlikte yaşamak zorundaysan veya bunu bilinçli olarak tercih
etmişsen, alkollü içecek tüketme özgürlüğün yazılı yazısız kurallarla
kısıtlanır ve aniden hakka dönüşür. Ve haklar mücadele edilmeden verilmiyor
maalesef. Koca koca laflarla ifade etmek gerekirse, insanlık o bilince erişmedi
henüz.
Özgürlüklerimizi koruma altına alacak haklarımız için mücadele etmek gerekiyor. Sorun şu ki, en azından güncel sorunumuz bu, daha önceden elde edilmiş hakların da sürekli olacağının bir garantisi yok. O hakları kaybetmemek için de hep tetikte olmak gerekiyor ve bugün olan biten de bunun mücadelesi bence. Penceremden gördüğüm bu, mümkün olduğunca serbest büyütülmüş bir nesil açık havada bira içme özgürlüğü için mücadele ediyor. Biliyor ki ya da sezinliyor ki bugün bu mücadeleyi vermezse yarın kendi evinde, kendine özel odasında bile bira içme özgürlüğünün elinden alınması tehlikesi mevcut. Sonuçta herkes bilir ki, alkol sağlığa zararlıdır. Bu masum bilgi kolaylıkla birileri için baskı mottosu olabilir. Her şey sağlığımız için yapıldığı sürece kim kime karşı çıkabilir ki?
Özgürlüklerimizi koruma altına alacak haklarımız için mücadele etmek gerekiyor. Sorun şu ki, en azından güncel sorunumuz bu, daha önceden elde edilmiş hakların da sürekli olacağının bir garantisi yok. O hakları kaybetmemek için de hep tetikte olmak gerekiyor ve bugün olan biten de bunun mücadelesi bence. Penceremden gördüğüm bu, mümkün olduğunca serbest büyütülmüş bir nesil açık havada bira içme özgürlüğü için mücadele ediyor. Biliyor ki ya da sezinliyor ki bugün bu mücadeleyi vermezse yarın kendi evinde, kendine özel odasında bile bira içme özgürlüğünün elinden alınması tehlikesi mevcut. Sonuçta herkes bilir ki, alkol sağlığa zararlıdır. Bu masum bilgi kolaylıkla birileri için baskı mottosu olabilir. Her şey sağlığımız için yapıldığı sürece kim kime karşı çıkabilir ki?
Benim anlamaya çalıştığım kişilerse parktakiler değil.
Onları ezip geçmek isteyenler. Bu kişilerin kaçıyla aynı sıralarda okudum,
kaçıyla sınavlarda kağıt değiştirdim, kaçından çalım yedim, kaçıyla aynı
filmlere güldüm. Beraber sınavlara çalıştığımız günlerden bu günlere geldik.
Önümde namaz kılarken akıllarından geçen böyle bir gelecek miydi? Gün gelecek
ve onlarla aynı kutsala inanmayan herkesin hizaya sokulacağı bir ülke mi
düşlüyorlardı? Belki bu da onların ütopyasıdır ve eminim yaptıklarının eninde
sonunda iyiliğimiz için, bu dünyada olmazsa öteki dünyada mutlaka, olduğundan
şüphe etmiyorlardır. Diyelim öyle, tanık olduğumuz şiddete, haksızlıklara,
öfkeye ne diyeceğiz, gözlerimizi mi kapatmalıyız? Hepimiz sevdiğimiz,
güvendiğimiz, bildiğimiz kanallardan mı takip edelim gündemi? Böyle yaparsak
görmek istemediklerimiz bizi yalnız mı bırakacaklar?
Benim şahit olduğum ve en çok hissettiğim, yoğun bir öfke.
Kimse o artık, ötekine duyulan korkunç bir yok etme arzusu. Kelimelere bile
tahammülümüz yok. Onları nasıl yazdığımız, kullandığımız eski tabirler, yabancı
dillerden gelen ifadeler, gerici diye nitelediğimiz sözler, modern olmaktan ne
anlıyorsak ona yakıştırdıklarımız, inançsız olmaya dair ahlaki önyargılar ve
karşı cins ile üçüncü cins hakkındaki acınası bilgisizliğimiz, her biri yok
etme arzumuza ayrı ayrı neden olabilir. Pek kıymetli başlarbaşımızın işaret
ettiği, camiye ayakkabıyla girip içki içme iftirası, bu eylemi
gerçekleştirenlerin infazına hafifletici sebep sayılıyor maalesef. Kimse cinayeti
savunmuyor, o açıdan bakıldığım hepimiz pek masumuz, ancak çoğu kişi şunu kabul ediyor; kutsala diz
uzatmanın cezası olmalı ve bu ceza hem ibretlik olmalı hem de inançlıların
içlerini rahat ettirecek karşılıkta olmalı. Kutsal mekâna girenlerin sebepleri,
canlarını kurtarmakla ilgili bile olsa, önemsiz bir detay. Kimsenin
tartışmasına değmez. Canilerle aradaki farkın eridiği zemin burası. Onların sebebi kabul edilmiyor ama gel gör ki senin sebebin yeterince ulviyse kimse tartışmıyor bile.
Buradan geldiğimiz nokta da şu, bugün kimse özgürlüklerimize
saygı duyup nasıl beraber yaşayacağımızı tartışmıyor, demokrasi adı altında
matematiksel kati çoğunluk esas alınarak, kimin kime neyi hükmedebileceği
tartışılıyor. Güç kapma yarışı. Kılıcı saplandığı yerden söküp çıkarabilen onu
ne için ve kimin için kullanacağına da karar veriyor. Kılıç elinde olduğu
sürece etrafındakilerin çoğu arkasında durmayı tercih ediyor. Kalanlarsa
safları bozmamaya dikkat ediyor. Çünkü hepsi biliyor ki birlikte oldukları sürece direnebiliyorlar.
Not: Yazıya geçen hafta pazartesi başlayıp bugün bitirdim.
Dolayısıyla zamanda kırılma mevcut.
22 Şubat 2013 Cuma
Beş Şart - III
III – Bereket
Zekât (Arapça: الزَّكاةٌ), Nisap miktarı zenginliğe sahip olan Müslüman'ın, Allah rızası için belirli
bir malın emredilen kısmını muayyen olanlara vermesidir.
"Mallarınızı
zekât ile koruyunuz."
Zekât
vermenin şartları,
- Müslüman olmak
%98,6. (sunni, alevi oranı bilinmemekte)
- Akıllı olmak
%40. (hiçbir bilimsel değeri olmayan ancak tüm forumlarda ve seçkin evlerin salonlarında, yokkonduların kapı önünde kabul edilmiş oran.)
- Buluğ çağına girmek
%73,4. (erkenciler hariç)
- Özgür olmak
Her 100 bin kişiden 142'si cezaevinde. Kalanların kaçı özgür, bilinmiyor.
- Nisap miktarı mala sahip olmak. (Nisap miktarı malın üzerinden 1 yıl geçmesi gerekir.)
2012 yılı birinci üç aylık döneminde bir önceki yılın aynı dönemine göre cari fiyatlarla GSYH, yüzde 14,2′lik artışla 329 milyar 20 milyon lira oldu.
- Zekât verdiğin malın sahibi olmak
Trafiğe kayıtlı motorlu araç sayısı, 2000 yılında 8,3 milyon iken 2010 yılında 15 milyona ulaştı.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)