Dün gece saat bir civarıydı sanırım. Uzaklardan mesaj geldi
ve hiç tanımadığım bir gencin polis kurşunuyla yaralandığını öğrendim. Gerçek
mermi, gerçek bir yaralanma. Öyle bir gece, öyle bir bilgi kirlenmesi
yaşıyorduk ki her duyduğumuza inanmak zordu ama bu mesaj tanıdığım birindendi.
Gencin durumu kritikmiş ve kafasına isabet eden kurşunun beynine kalıcı bir
zarar vermiş olmasından korkuluyordu. Uzandığım yerde kaldım. Uzandığıma
utandım ve doğrulup başımı ellerimin arasına aldım. Bir şeyler söylemek istedim
ama kelimeler ağzımda anlamını yitirdi. Daha doğrudan bir yolu tercih edip
küfrettim. Bir haftadır olanların özeti bu küfürde saklıydı.
Dinle hesaplaşmam uzun yıllar önce bitmişti. Basit bir
açıklamayla bitirmiştim ilahi tartışmayı, inanmak gönül işiydi akıl değil,
içimden gelmediği sürece inanmayacaktım. O gün bugündür varsa eğer içimde
yeşerecek böyle bir inanç bekliyorum ama bugüne kadar gerçekleşmeyen bugünden
sonra ne değişirse gerçekleşecek bilmiyorum, beklemeyi, bilmeyi, evet dürüst
olmam gerekirse ummayı bile bıraktım. İnançsız olmam ne cesaretimi azalttı ne
de yaşamaya olan arzuma etki etti. Ahlaki sorulara da nasıl düşünüyorsam öyle
cevap verdim. Mümkün olduğunca tutarlı olmaya çalıştım. Kendime koyduğum en
büyük ahlaki şart bu oldu sanırım, tutarlı olmak. Ama biliyorum ki her zaman bu
dirayeti gösteremedim, çeşitli nedenlerden ötürü hayatta kalmak ya da istediğim
hayatı sürdürmek adına zaman zaman kendimle çeliştim. Fark ettiğimde kendimden
utandım ve tekrarlamamaya söz verdim ama bir söz ne kadar geçerli olabilir ki?
İnsan kendine verdiği sözleri hangi koşullara dek sürdürebilir? Direnebildiği
noktaya kadar. İşte bence ortaya çıkan, haftalardır meydanları dolduranların
direnç noktasıdır. Kendilerine ve başkalarına verdikleri sözleri yuta yuta
şiştiler, hiç tanımadıkları insanların uğradıkları şiddeti görünce de
patladılar. O insanları tanımıyor olabilirlerdi ama çektikleri zülüm ortaktı.
Onlar olayın içinde olup gazı solumak, kapsülü kafaya yemeyi tercih etmişlerdi,
diğerleriyse rahat evlerinde olanları takip etmeyi. Ancak iki taraf da aynı ıstırabı
farklı şekillerde çekiyorlardı, haksızlığa uğruyor olmanın acı hissi. Öyleyse
ne olmuştu da mutlu mesut evlerinde dizi izlemeleri beklenen kitle sokaklara
bariyer inşa etmeye dökülmüştü?
Olan biteni anlamaya çalıştıkça zihnimin geriye sarmasına
engel olamıyorum. Sanki geçmişte bir yerlerde saklı gizemi çözersem her şey aydınlanacak.
Henüz ortaokulda tanıştığım imanlı kimselerin ilk tespit
ettiğim özellikleri sinsilikleriydi. Yardımseverlikleri doğal değildi. Bir
hesap peşinde olduklarından hep şüpheleniyordum ama bir şey bildiğim de yoktu.
Uzak durdum. Bu pek ideolojik bir tercih değildi, inancımın yoksunluğun
farkındaydım ama onlardan bu sebeple farklı olduğuma inanmıyordum. Daha çok
samimiyetlerinden şüphe ettiğim için bana itici geliyorlardı. Belki okumayı
sevdiğimden dolayı dünyayı daha sahici bir mecra olarak hayal ediyordum. O
zamanlar okuduklarım umut doluydu ya da her okuduğumdan pembe hayaller çıkaran
bendim. Büyüdükçe okuduklarım pek değişmedi ama satır aralarını fark ettim.
Zamanla umudun renginin her zaman pembe olmadığını, hatta neredeyse hiç
olmadığını, mücadele etmediğin sürece kimsenin hayallerini önüne sermeyeceğini
keşfettim. Umudun rengi olsa olsa bulut rengi olabilirdi. Varacağın noktaya
yaklaştıkça açılan bir gri.
Büyüdüm, benle beraber iman sahipleri de. Onları bilmem ama
ben çokça hayal kırıklığına uğradım, yenildim, baştan başladım, düşler kurdum,
bazılarının peşinden gittim, bazılarını sahipsiz bıraktım, âşık oldum, acı
çektim, çektirdim, çok mutlu olduğum anlar veya yataktan kalmak istemediğim
günler oldu, insanlara güvendim, aldattım, aldandım, yeri geldi bağırmak
istedim, bazen korktum, bazen umurumda değildi, öfkelendim, kırıldım, eğlendim,
eğlendirdim ve ne olursa olsun her zaman aklımın bir köşesinde insanların
kahkahalarını sakladım. Sıkıldıkça onları hatırladım. Sonra çevremdekilerin
büyümelerini izledim. Yaşadığım ülkeyle birlikte değişiyorlardı. Tek değişmeyen
sinsilikleriydi. Kullandıkları kelimelerin sözlük anlamları pek yüceydi,
keramet doluydu, saygı duymamak elde değil, gel gör ki sanki bu anlamların
farkında değillermiş gibi davranıyorlardı. Herkes hoşgörüden bahsediyordu,
güzel bir kelime, öyle ama hoşgörünün zihinlerdeki imgesi karşılıklı duran cami
ve kilise tabularıydı. Benim tabuma sen de saygı duy! Farklılıklar bundan
ibaret değildi ki! İnanç çeşitliliğinden bahsetmiyorum sadece, tüm dinlerin
kurumlarına saygı duyulmalı elbet ama bu saygı inanmayanların veya inancı
seninkinden farklı olanın yaşama alanlarına müdahale hakkı doğurmaz,
doğurmamalı.
Başörtüsü imanın gereğiyse ve saygı gösterilmesi
gerekiyorsa, çıplaklık da başka bir inancın gereği olabilir ve saygı
gösterilmelidir. Ama öpüşmeye bile tahammül edemeyen bir zihniyet hangi
özgürlükten bahsedebilir ki? Özgürlükler dinin dogmatik kuralları çerçevesinde
çizilmez, toplumun sözde geleneksel değerleri çerçevesinde de. Tek kısıt
konabilir o da başka özgürlüklerin kısıtlanması durumu. Elbette bu yargı da işine
geldiği gibi çekilemez, benim çıplak gezme özgürlüğüm bir başkasının çıplak
insan görmeme özgürlüğüyle çelişmez aslında, ikincisi özgürlüğün değil
kısıtlamanın tanımıdır. Peki bu kısıtlamalar nasıl belirlenebilir? Hali hazırda
işleyen tek yol toplumsal sözleşmeler. A bölgesindeki özgürlük B bölgesinde
yasak olabilir mi? Buna o bölgelerde yaşayan ortak bilinç karar verebilir
ancak. Mesele bu ortak bilinci yaratabilmek. Örnekse, ülkemde kabul edilmiş
ortak bilinç sokaklarda çıplak gezmeyi ayıplar. Ama bölgeye göre de değişir
çıplaklığın ölçüsü. Neredeyse herkes bilir bunu, kanıksamıştır bu kısıtı ve ona
göre özgürlüklerini kullanır. Bana göre herkes istediği gibi giyinmeli ve bu
hak için mücadele edilmelidir sonuna dek, ancak çıplaklık özgürlüğü elde edilene
dek provakatif eylemlerin dışında metroda çırılçıplak gezinmek, evet, kabul
etmesi ne kadar zor olsa da diğerlerinin çıplak insan görmeme özgürlüklerinin
ihlaldir. Özgürlüklerden bahsederken ister istemez hakları anlatmış oluyoruz.
Bu iki kavram kolaylıkla birbirinin yerini alabiliyor, toplumsal yaşamdan
bahsederken. Bence en keskin ayrım şu, özgürlükler canlıların doğuştan sahip
olduklarıdır, haklar ise beraber yaşamanın getirdiği kısıtlardır. Alkollü
içecek tüketmek bir özgürlüktür. Kuralları Müslümanlar tarafından belirlenmiş
bir toplumla birlikte yaşamak zorundaysan veya bunu bilinçli olarak tercih
etmişsen, alkollü içecek tüketme özgürlüğün yazılı yazısız kurallarla
kısıtlanır ve aniden hakka dönüşür. Ve haklar mücadele edilmeden verilmiyor
maalesef. Koca koca laflarla ifade etmek gerekirse, insanlık o bilince erişmedi
henüz.
Özgürlüklerimizi koruma altına alacak haklarımız için mücadele etmek gerekiyor. Sorun şu ki, en azından güncel sorunumuz bu, daha önceden elde edilmiş hakların da sürekli olacağının bir garantisi yok. O hakları kaybetmemek için de hep tetikte olmak gerekiyor ve bugün olan biten de bunun mücadelesi bence. Penceremden gördüğüm bu, mümkün olduğunca serbest büyütülmüş bir nesil açık havada bira içme özgürlüğü için mücadele ediyor. Biliyor ki ya da sezinliyor ki bugün bu mücadeleyi vermezse yarın kendi evinde, kendine özel odasında bile bira içme özgürlüğünün elinden alınması tehlikesi mevcut. Sonuçta herkes bilir ki, alkol sağlığa zararlıdır. Bu masum bilgi kolaylıkla birileri için baskı mottosu olabilir. Her şey sağlığımız için yapıldığı sürece kim kime karşı çıkabilir ki?
Özgürlüklerimizi koruma altına alacak haklarımız için mücadele etmek gerekiyor. Sorun şu ki, en azından güncel sorunumuz bu, daha önceden elde edilmiş hakların da sürekli olacağının bir garantisi yok. O hakları kaybetmemek için de hep tetikte olmak gerekiyor ve bugün olan biten de bunun mücadelesi bence. Penceremden gördüğüm bu, mümkün olduğunca serbest büyütülmüş bir nesil açık havada bira içme özgürlüğü için mücadele ediyor. Biliyor ki ya da sezinliyor ki bugün bu mücadeleyi vermezse yarın kendi evinde, kendine özel odasında bile bira içme özgürlüğünün elinden alınması tehlikesi mevcut. Sonuçta herkes bilir ki, alkol sağlığa zararlıdır. Bu masum bilgi kolaylıkla birileri için baskı mottosu olabilir. Her şey sağlığımız için yapıldığı sürece kim kime karşı çıkabilir ki?
Benim anlamaya çalıştığım kişilerse parktakiler değil.
Onları ezip geçmek isteyenler. Bu kişilerin kaçıyla aynı sıralarda okudum,
kaçıyla sınavlarda kağıt değiştirdim, kaçından çalım yedim, kaçıyla aynı
filmlere güldüm. Beraber sınavlara çalıştığımız günlerden bu günlere geldik.
Önümde namaz kılarken akıllarından geçen böyle bir gelecek miydi? Gün gelecek
ve onlarla aynı kutsala inanmayan herkesin hizaya sokulacağı bir ülke mi
düşlüyorlardı? Belki bu da onların ütopyasıdır ve eminim yaptıklarının eninde
sonunda iyiliğimiz için, bu dünyada olmazsa öteki dünyada mutlaka, olduğundan
şüphe etmiyorlardır. Diyelim öyle, tanık olduğumuz şiddete, haksızlıklara,
öfkeye ne diyeceğiz, gözlerimizi mi kapatmalıyız? Hepimiz sevdiğimiz,
güvendiğimiz, bildiğimiz kanallardan mı takip edelim gündemi? Böyle yaparsak
görmek istemediklerimiz bizi yalnız mı bırakacaklar?
Benim şahit olduğum ve en çok hissettiğim, yoğun bir öfke.
Kimse o artık, ötekine duyulan korkunç bir yok etme arzusu. Kelimelere bile
tahammülümüz yok. Onları nasıl yazdığımız, kullandığımız eski tabirler, yabancı
dillerden gelen ifadeler, gerici diye nitelediğimiz sözler, modern olmaktan ne
anlıyorsak ona yakıştırdıklarımız, inançsız olmaya dair ahlaki önyargılar ve
karşı cins ile üçüncü cins hakkındaki acınası bilgisizliğimiz, her biri yok
etme arzumuza ayrı ayrı neden olabilir. Pek kıymetli başlarbaşımızın işaret
ettiği, camiye ayakkabıyla girip içki içme iftirası, bu eylemi
gerçekleştirenlerin infazına hafifletici sebep sayılıyor maalesef. Kimse cinayeti
savunmuyor, o açıdan bakıldığım hepimiz pek masumuz, ancak çoğu kişi şunu kabul ediyor; kutsala diz
uzatmanın cezası olmalı ve bu ceza hem ibretlik olmalı hem de inançlıların
içlerini rahat ettirecek karşılıkta olmalı. Kutsal mekâna girenlerin sebepleri,
canlarını kurtarmakla ilgili bile olsa, önemsiz bir detay. Kimsenin
tartışmasına değmez. Canilerle aradaki farkın eridiği zemin burası. Onların sebebi kabul edilmiyor ama gel gör ki senin sebebin yeterince ulviyse kimse tartışmıyor bile.
Buradan geldiğimiz nokta da şu, bugün kimse özgürlüklerimize
saygı duyup nasıl beraber yaşayacağımızı tartışmıyor, demokrasi adı altında
matematiksel kati çoğunluk esas alınarak, kimin kime neyi hükmedebileceği
tartışılıyor. Güç kapma yarışı. Kılıcı saplandığı yerden söküp çıkarabilen onu
ne için ve kimin için kullanacağına da karar veriyor. Kılıç elinde olduğu
sürece etrafındakilerin çoğu arkasında durmayı tercih ediyor. Kalanlarsa
safları bozmamaya dikkat ediyor. Çünkü hepsi biliyor ki birlikte oldukları sürece direnebiliyorlar.
Not: Yazıya geçen hafta pazartesi başlayıp bugün bitirdim.
Dolayısıyla zamanda kırılma mevcut.
debian logosu :)
YanıtlaSil