Kutsal metinlerde ne yazar bilmem
ama bana göre üç temel günah vardır; Öldürmek, Yalan söylemek ve Çalmak. Ahlâktan
bahsedeceksek bunlardan başlamalıyız. Ve korkmadan, kendimizi de kandırmadan bu
üç günahı işleyip işlemediğimizi kendimize sormalıyız. Çevremizdekileri
aklımıza getirip onların ne kadar günahkâr olduklarına bu üçüne bakarak karar
vermeliyiz. Geriye kalan tüm yasaklamalar bana kalırsa bu üç temel günahın
önemini azaltmak için konuluyor(haddini aşan bir tespit).
Aynı toprakları paylaştığım
insanlara baktığımda beni dehşete düşüren bu üç günahın ne kadar kolay
işlendiği. Herhangi bir inancım yok, çok istesem de yok -zaten olmasını da
artık istemem- çünkü ihtiyacım yok. İnanç kalpten gelmiyor da bir gereklilik
halini almışsa zaten baştan yanlış bir köke sahiptir. O kökten yozlaşmadan
başka bir şey filizlenmez. İşte bu içtenlik olmayınca ve gerekliliği de
reddedince içimde inanca karşılık hiçbir kırıntı kalmadı. Ancak ahlaki
doğrularımız olmadığı takdirde beraber yaşayamayacağımıza inanıyorum. Belki de
tek inancım bu. Bunun hangi dine girdiğini bilmiyorum, pek umurumda değil.
Kurduğum mantık basit; insanlar olarak tek başımıza yaşama yetkinliğine sahip
olamadığımız sürece ki doğanın buna izin vereceği mümkün görünmüyor, beraber
yaşamak zorundayız. O zaman beraber yaşamayı öğrenmeliyiz. Tüm kavga dövüşün
amacı bu olmalı, nasıl birlikte yaşayacağız! Kanımca bunun da tek yolu temel
ahlaki prensipler ortaya koymak. Bu prensiplerin kurmaca veya şairane kutsal
metinlerle ilgisi olmamalı. Elbette böyle metinler motivasyon için okunabilir,
dikkate alınabilir ama evlerin duvarlarında içerikleri okunmadan ve
sindirilmeden asılı durdukları sürece işe yaramazlar. Esas olan birlikte
yaşarken kesinlikle yapmamız gerekenleri tespit edebilmek. Ve bunun sebebi de
saygı, sevgi, militer güçler falan değil; yapmam çünkü yaparsam birlikte
yaşayamayız, o zaman yola çıktığım amacımla çelişirim, diyebilmek olmalı.
Pekiyi neden bu üç günah? Basit
açıklaması şu, beraber yaşamaya en büyük tehdit bu üç temel günahtan ve
devamındaki çeşitlemelerinden geliyor. Tek tek incelemek gerekirse Öldürmek’ten
başlayalım. Birbirlerini öldürmedikleri sürece doğada insanların topluluklar
halinde yaşaması tek başına yaşama göre daha güvenlidir. O zaman bu mantığa
göre can güvenliğimiz için öldürme eylemini kesinlikle reddetmeliyiz. Pekiyi
mantığımızın kabul ettiği bu önermeye rağmen neden dünya üzerinde bu kadar çok
öldürme eylemi devam ediyor? Çünkü saf ve son derece açık olan
“Öldürmeyeceksin!” kuralı birbirinden ayrı ve çelişkiler taşıyan birçok
çarpıtmayla kirletiliyor. Örneğin nefsi müdafaa gerekçesi. Örneğin şehitlik
kurumu. Örneğin ideolojik çarpıtmalar. Her kurumun, her yerleşkenin kendine
özgü nedenleri var, bu saf ve açık kurala istisnalar yaratmak için. Öldürme
eylemi herhangi bir inancın veya yüce amacın aracı olmamalı. Öldürülen kişi kim
ve sebep ne olursa olsun eylemin kendisi başkasının hayatına son vermekten
ibarettir. Tartışılması gereken bu hakkın diğerinde olup olmadığıdır. Kendi
başımıza bırakıldığımızda yönetilemediğimiz için kurulan devletler veya ona
benzer bütün yapılar öncelikli olarak can güvenliğimizden sorumludurlar. Var
oluş gayeleri budur. Kendi canımı kendim koruyabilsem tek başına yaşardım! Ve
bahsettiğim üç temel ahlaki prensip bireyler için geçerli olduğu kadar bu
yapılar için de geçerlidir. Öldürmeyeceksin! Seni yok etmek isteyeni bile
öldürmeyeceksin. Sana saldıranı, seni öldürmek üzere olanı bile
öldürmeyeceksin. Yapmamız gereken korunmak, saldırmak değil. Çocuğumuzun
üzerine kapaklanmak, ona saldıranı vurmak değil. Füze kalkanı satın alırken
veya icat ederken bir gün onu başkalarını tehdit etmek, yok etmek için değil dışarıdan
gelebilecek tehlikelere karşı korunmak için kullanacağımızı baştan kabul
etmeliyiz. Bu kabul yüce gönüllü olduğumuz veya peygamberlere yakıştırılan
sabra sahip olduğumuz için değil sadece basit mantığımız gereğidir. Öldürmek
bir kez başladığında durmaz ve geriye sadece sayılar kalır. Elbette bu
yazdıklarım okunduğunda çoğumuzun aklına yatar, altına imzamızı atarız, o zaman
öldürenler kimlerdir? Safça şuna inanıyorum, (yazdıkça yeni inançlarım ortaya
çıkıyor!) hiçbir insanoğlu doğduğunda başkasını öldürme içgüdüsüyle doğmaz.
Hayatta kalma güdüsü en baskın itkimizdir, tamam, ancak o bile diğerini
öldürmek için bana göre yeterli bir sebep değildir. Hayatta kalmak için
başkasının yaşamına son vermek ancak güdümlendirilmiş bir karardır. Öncellikle
bir düşman yaratılır ve yaşamının devamı o düşmanın yok edilmesine bağlanır.
Hayatta kalmanın tek düşmanı ölümdür. Başkası değil. Ölümün bir sır olması onu muğlâk
bir düşman haline getirdiğinden çoğu kez asıl düşman ölüm yerine yapay ama daha
elle tutulur hedefler gösterilir. Biraz daha açık konuşmak gerekirse, örneğin
savaşları ele alalım. Diyelim ki sınırlı kaynaklara sahip bir ormanda yaşıyoruz
ve beraber yaşadığımız nüfus içinde bu kaynaklara ulaşmakla ilgili
adaletsizlikler söz konusu. Genel tercih tarih boyunca şöyle olmuş, bu
adaletsizliklerin kaynağını saptayıp nedenlerini yok etmek yerine, nüfus içinde
taraflara ayrılıp kaynaklara tek başına sahip olmak için öteki tarafı yok
etmeye çalışmak. Muhtemelen böylesi insanların daha kolayına geldiği için veya
güç dengesini yönetmek isteyen daha kurnaz/gaddar/bencil karakterlerin
yönlendirmesi sebebiyle tarih hep bu şekilde yazılmış. Oysa sınırlı görünen
kaynaklar bile aklın ortaya konulmasıyla genişletilebilir. Biliyoruz ki petrol
sınırlı bir kaynaktır ama neden tek enerji kaynağı olsun ki? Veya su kaynakları
korunursa ömürleri uzar, yeni teknolojilerin sayesinde tekrar kullanımı
yaygınlaşırsa da mevcut nüfusa yeterli hale gelebilir. Diyelim ki aklın tüm
çabalarına rağmen kaynaklar yetersiz geldi, o zaman da popülasyondaki nüfus
artışı kontrol edilerek kaynaklara herkesin ulaşabilmesi sağlanmalıdır. Bu
konuda sayfalarca daha yazılıp çizilebilir, ne dersek diyelim kimse beni
kaynakların paylaşılma kavgası sebebiyle başkalarının hayatına son verilmesine
inandıramaz. Evet, bu sebepten ölümler olmaktadır ama bu insanın doğası gereği
değildir, hatta vahşi yaşamın bile doğası gereği olduğunu düşünmüyorum. Neden
son derece basittir, aklımızı kullanmayı öğrendikçe kalabalıklaşmamız ve bu
kalabalığın yol açtığı taleplerin doğru yönetilememesi. İşte benim fikrime göre
her ne kadar aklın mutlak üstünlüğünü kabul etsek de başta bahsettim ahlaki
prensiplere sahip olmadığımız sürece sadece aklımızla bu doğru yönetim
sağlanamıyor. Kaldı ki bu prensipler de aslında yine aklımızın yarattıklarıdır.
İkinci günah, Kandırmak, doğrudan
can güvenliğimizi tehlikeye sokan bir günah değil. Ancak dolaylı etkileri belki
ilkinden daha fazla. Öncelikle şunu baştan ilan etmek isterim, yalan söylemek
korkulardan doğar. Her yalanın arkasında muhakkak gizli veya açık bir korku
vardır. En büyük yalan da birlikte yaşamak için bazı yalanların gerekliliğidir.
Basit ve herkesin anlayabileceği bir örnekle açıklamak isterim. Genel bir
toplumsal kabule göre, ya da buna genel değil de baskın diyebilirsiniz, kadın erkek
ilişkilerinde karakterlerin tamamen dürüst olmaları önünde sonunda o ilişkiyi
sonlandıracaktır. Ve buna ilişkin sürüyle örnek verilir. Gerçekten de çevremize
baktığımızda veya dinlediğimiz/izlediğimiz çoğu hikâyede bir ilişkide gerçekler
ortaya çıktığında ardından muhtemel ayrılıklar gelir. Hollywood tavsiyelerine
bakmayın siz, filmlerde dürüstlük sürekli yüceltilse de, ki onun da ne kadar
içten bir dürüstlük olduğu son derece tartışmalıdır, gerçek hayatta herkes
bilir ki insanlarla baş etmenin en kestirme yolu yalan söylemektir. Hatta öyle
bir hale gelmiştir ki yalanlar gerçeklerle ayırt edilemez artık. Birisine onu
sevdiğinizi söylediğinizde aslında o kadar da yalan değildir bu, gerçekten onu
seviyorsunuzdur ancak sorun şu ki sevmenin ne demek olduğu konusunda kendinize
karşı hiçbir zaman dürüst kalamıyorsunuz bir taraftan da. Bir yanınız
anlamından emin, öteki tarafınız ise sürekli şüpheler içinde. O zaman aslında
tam emin değilsiniz ve belki bir ömür bu böyle sürecek. Karşı tarafa dürüst
olup emin olmadığımızı söylediğimizde muhtemelen artık uğraşmak istemediğimiz tonla
anlaşmazlık çıkacak karşımıza ve bunun yerine çok da rahatsız olmadan gerçekten
sevdiğimizi söyleyiveriyoruz. Peki bu bir yalan mıdır? Ortada kandırılan
birileri var mıdır? Yine büyük bir ihtimalle karşımızdaki de bizim gibi
düşündüğünden çok da kandırılmış sayılmaz. Sorusuna aldığı cevabın tamamen
dürüstçe olup olmadığını önemsemiyordur artık o da, çünkü onun için de tamamen
dürüstlük değildir önemli olan, o an için, o soruyu sorduğu an için verilmesi
gereken cevabı bekliyordur. Artık herkesin kabulü bellidir; kimse kimseyi
sonsuza dek sevmez, herkes ihtiyaçları tatmin edildiği sürece diğerine
muhtaçtır ve bu gerçeğe ne kadar çok inanırsa, o kadar daha az hayal
kırıklığına uğrar, tabiri caizse güçlü kalır, işte bu acımasız hayatı layıkıyla
sürdürmeyi başarır falan. Bu düşünce biçimi son derece pratik ve gerçekçidir
aynı zamanda. Kimseyi böyle düşündüğü için yargılayamam ancak şunu da görmek
gerek, bu düşüncenin merkezinde hayatın acımasız ve duygularımızın korunması
gerektiği kabulü yatar. Hayat acımasız mıdır? Nesli tükenmekte olan bir
kaplumbağa için öyle, gücünün yetmesi mümkün olmayan bir yaratık tarafından
vahşi bir eziyete maruz kalıp ölüme terk edilebilir. Yıllara direnen yaşlı bir
ağaç için de. Gün gelir karşı çıkılması imkânsız olan araçlar gelir ve
köklerinden sökülür. Ya da yaşam kavgasının içinde artık rutinleşmiş bir
ticaretin ortasında üzerine gelen bombalardan nereye kadar kaçabilirsin? Bunlar
hayatın acımasızlığına dair sayısız örnekten sadece bir kaçı. Ancak bence
acımasızlıkla nitelediğimiz hayata haksızlık ediyoruz. Kendi özelliklerimizi
ona yükleyerek suçlarımızdan arınmaya çalışıyoruz. Hayat su gibidir oysa.
Berrak ve sürekli akan. Ona müdahalelerimizle biçim veririz. Ağzımızda acı tat
bırakan suyun kendisi değil, tat duygumuz. O zaman hayatı tamamen dürüstlükle
kurabilir miyiz? Nerede yaşamak istediğimize bağlı. Mevcut kirli ama gerçek,
içine girebildiğimiz dünyada yaşamaya devam etmek istiyorsak topyekûn dürüstlük
bir köşeden karşımıza engel olarak çıkacaktır. Eğer bu dünyanın değişmesini
diliyorsak, ilk bilmemiz gereken başka dünya yok ve değişecek olan dünya değil.
Sonuçlarını görememe ve büyük ihtimalle koca dünyanın gözden ırak köşelerine
itilmesini göze alanlar tamamen dürüstlüğü tercih edebilirler. O zaman bu “yalan”larla
örülmüş dünyada sonuna kadar dürüst kalabileceğin bir yer var mı? Daha önemlisi
bu yerde birlikte yaşam mümkün mü? Bence her zaman öyle bir yer vardır, yeter
ki orada yaşamak isteyenler topyekûn dürüstlük adına kaybedeceklerini baştan
göze alsınlar. Sorun şu, diyelim ki böyle bir ütopya kuruldu, bunun mevcut
dünya üzerinde ne gibi etkisi olabilir? Başlarda sınırlı kalacaktır etkileri
ama nesiller boyu sürdükçe ilham kaynağı olacağını düşünüyorum. Ütopyaları
hayal etmenin dışında günlük yaşamamızda daha fazla dürüst olmaya dikkat ederek
ahlaki bir skala da oluşturabiliriz. Şöyle diyebiliriz, şimdiye kadar söylemiş
olduğum yalanları geri alamam, bundan sonra da asla yalan söylemeyeceğime söz
veremem ama bugünden sonra söyleyeceğim her yalanın birlikte yaşama amacıma
zarar verdiğini kabul ediyorum, utanç duyuyorum, yol açtığım her neyse
sorumluluğunu alıyorum ve tekrarlanmaması için ne yapmam gerektiğini biliyorum.
Gelecekte bir gün yalansız bir dünya olacağı bahsine para yatırmak o kadar
kolay değil ama böyle bir dünyaya ulaşmak için prensiplerimizi oluşturmak da o
kadar zor değil.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder